20 Eylül 2011 Salı

Adına Tarih Denilen Mevhum

Aşıkpaşazade eydür: "Sual: Derviş! Sen bu geçmiş tevarihleri (tevarihi olmalı, sözcük kendi içinde çoğuldur. DP) kendi tevarihine zamm etmeye sebep ne? Cevap: İki vechten ötürü. Biri bu kim ben geçmiş tevarihleri müteala edip hakikati bildim ve biri dahi benim tevarihümü bildürmektür..." (Nihal Adsız düzenlemesinde bu yoktur.)

Aşıkpaşazade kesin konuşuyor. Acaba salt geçmişin mütalaası ile hakikatı bilmek kabil mi? Ve şimdi yazılanların hakikatı ifade ettiği bu kadar kolay ileri sürülebilir mi?

Konu başlığında Türkçe kavram sözcüğünün karşılığı olarak “mefhum” demiyorum da “mevhum” diyorum. Bu sözcüğü bilinçli olarak seçtim. Çünkü pek çok tarihsel olayın, olgunun sanki sadece bir vehimden ibaretmiş gibi göründüğünü, asıl gerçeğin bir sis perdesi gerisinde kaybolduğunu düşünüyorum. Belki abartılı bir düşünce bu; belki bu düşüncem de bir vehimden kaynaklanıyor. Öyle de olsa, birazdan anlatacaklarımın altını şimdiden çizmek için seçiyorum bu sözcüğü.

Anatole France’ın Penguenler Adası adlı kitabında şöyle bir bölüm var: "Efendim, dedim, üstada. Tecrübelerinizden feyz almağa geldim. Tarih yazacağım diye kendimi helak ediyorum, gayretlerim hiçbir işe yaramıyor... Omuzlarını silkerek cevap verdi. Ne lüzumsuz endişe efendiciğim, ne lüzumsuz endişe. Neden tarih yazmağa kalkışıyorsunuz? En meşhur tarihleri istinsah edersiniz, olur biter. Usul öyle değil mi? Yeni bir görüşünüz, orijinal bir düşünceniz mi var? İnsanları ve hadiseleri beklenmedik taraflarıyla mı anlatacaksınız? Sakın ha. Okuyucuyu tedirgin edersiniz. Okuyucu tedirgin olmaktan haz etmez. Tarihte aradığı, ezelden beri bildiği saçmalıklardır. Onu aydınlatmaya kalkmak, gururunu incitmek ve öfkelendirmektir. Sakın ha! Böyle bir hadnaşinaslığa yeltendiniz mi çığlığı basacaktır: 'Mukaddeslerimizi ayaklar altına alıyor.' Tarihçiler, birbirlerini kopya ederler. Böylece hem çalışıp yorulmaktan kurtulur, hem de küstahlık ithamından azat olurlar. Onlar gibi yapın efendim, onlar gibi yapın.Orijinal olmayın! Orijinal bir tarihçi cümle alemin güvensizliğine, küçümseyişine ve nefretine maruz kalır...

Ezelden beri bilinen saçmalıklar! Yani zaten bilinenler!.. Bu noktada Prof. Robinson’u anımsayalım. Neden zaten biliyor ve bildiğime inanmakta direniyorum? İnandığım şeye neden inanıyorum? Ve inandığım şeye beni inandıran şey nedir?

Son yıllarda pek çok tarihsel roman yazıldı, pek çok film ve belgesel yapıldı. Atatürk’ten Abdülhamid’e, Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail çekişmesinden Hürrem Sultan’a kadar. Bunların her biri üzerinde yürütülen ve birbirleriyle tümden çelişen tartışmaları izleyince Anatol France’a hak vermemek mümkün mü? Yorumların hangisi gerçeğin ifadesiydi? Milli Mücadele dönemini anlatan Yorgun Savaşçı filmi benzer tartışmalar yüzünden bütünüyle yakılıp ortadan kaldırılmamış mıydı?

Bu kısa giriş tarih ve ideolojiler arasında birebir ilişki kurmamızı haklı çıkarabilir. Ancak biraz daha ayrıntıya girmemizde yarar var. Genel olarak tarih yazımı açısından, özel olarak da bizim tarih yazımımız açısından efsaneler, menakıbnameler, vilayetnameler üzerinde durmalıyız.


Toplumlar kendi varoluşlarını bizzat yarattıkları efsanelere bağlıyorlar. Varoluşlar destansı bir kurguyla anlatılıyor. Varoluş, sadece bireyler açısından değil, toplumlar açısından da çok hayati (ontolojik) bir gerçeklik. Bu nedenle gerçek hayatı aşan, onu yücelten, kutsallaştıran söylemlere ihtiyaç var.

Türk ve islam tarihi ile uğraşanların başvuru kaynakları arasında vilayetname, menakıbname adıyla anılan kaynaklar önemli bir yer tutuyor. Vilayetname, (velayetname) Arapça kökenli bir sözcük olan veli sözcüğünden türemiş. Veli, 9. yüzyıldan itibaren tasavvuf dilinde “Allaha yakın kişi, dost” olarak yer etmiş. Çoğulu evliya, Türkçe karşılığı ermiş... Bu kişiler toplumun saygın kişileri. Mensubu oldukları toplumun sosyal, dini ve ahlaki değerlerini temsil ediyorlar. Kendilerinde birtakım doğa üstü yetenekler bulunduğuna inanılıyor. Yani kerametleri var.

Mensubu oldukları toplumu dinsel ve ahlaki değerler itibariyle etkileyen bu kişiler ve onları izleyen toplum kesimleri, 11. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya akacaklar ve yeni topraklarda yeni siyasi birliklerin, ardından Osmanlı Devletinin kuruluşunda önemli roller oynayacaklardır. Devlet söz konusu ise artık siyaset de söz konusu demektir. Bu nedenle epey acı da çekeceklerdir. Anadolu ve Rumeli fetihlerinde onları ön planda göreceğiz. Ama bu kişiler aynı zamanda toplumu irşad etme (reşid kılma, doğru yolu gösterme, aydınlatma) misyonunu da üstlenmişlerdi, yani mürşid idiler. Veliler ve kerametleri üzerine yazılan vilayetnamelerin ve gerek veliler gerekse destani kahramanlar hakkında yaratılmış menkıbelerin ne kadar geniş bir toplumsal (dinsel) alanı etkilediğini bugün dahi görebiliyoruz. Önemli bir kısmının mezarları dahi bilinmeyen, fakat pek çok yerde onlar adına yapıldığına inanılmış makam mezarlarını (yatırları) hatırlayalım.

İlk örneği 10. yüzyılda Karahanlılar tarafından meydana getirilen Türk evliya menakıbnamelerinin Türk destani geleneği ile ortak bazı özellikler taşıdığı görülüyor. Bunların kahramanı olan velilerle Türk destan kahramanlarının çizdikleri tipler arasında pek çok benzer nokta bulunuyor. Örneğin 1480’lerde yazılmış olan Saltıkname, (Saltukname) daha önceki yüzyıllarda yazılmış Sarı Saltık menakıbnameleri ile Battalname, Danişmendname gibi menakıbnamelerden yapılan alıntılarla oluşmuş bir eser. Rumeli fetihlerinin menkıbevi hikayeleri de Sarı Saltık’a maledilerek esere konmuş. Anadolu Selçukluları, Anadolu Beylikleri ve Osmanlılar döneminde, bazı tarikatlar içinde de rol almış bulunan kişilere ilişkin çok sayıda menakıbname biliyoruz. Menakıb-ı Hace Ahmed Yesevi, Menakıb-ı Hacı Bektaş Veli, Menakıb-ı Lokman Perende, Menakıb-ı Ahi Evran, Keramat-ı Ahi Evran, Menakıb-ı Sipehsalar, Menakıb-ı Hacı Bayram Veli, Menakıb-ı Şeyh Bedreddin... gibi. Bu menkıbeler Osmanlı vekayinamelerine de yansıyacaktır.

Velayetname ve menakıbnamelerde kullanılan dil masal, hikaye (tahkiye) dili. Kişiler, olaylar zaman içinde değişik anlatımlarla yeniden yeniden kurgulanıp yaratılıyor. Aynı kişiyi, aynı olayı konu edinen vilayetnameler var. Bunlar peşpeşe okunduğunda, kimin ne zaman, nerede yaşadığını, hatta gerçekten yaşayıp yaşamadığını anlamak mümkün değil. Zaman ve mekan kavramları önem taşımıyor. Kahramanlar aynı anda birkaç yerde bulunabiliyor, akıl almaz işler yapıyorlar. Başları kesildiği halde, kalkıp dövüşmeye devam edebiliyor, denize seccade serip karşı kıyıya uçabiliyorlar. Yeri geliyor, şahin, doğan, güvercin donuna giriyor, sonra silkinip insan olabiliyorlar. Ateşte yanmaz, kaynar suda ölmezler. Taşa bastıklarında taşın üzerinde ayak izlerini bırakırlar. Hayvanlarla konuşurlar; kerametlerine taşlar bile tanıklık eder.

Efsaneler sadece kişileri kutsallaştırmak, yüceleştirmek amacıyla yaratılmıyor; hatta daha ziyade hanedanları, siyasi birlikleri, toplumları kutsallaştırmak amacıyla da yaratılıyor.

Tarih bilimi, Oğuz Kağan adıyla bugün bildiğimiz kişiyi sadece bir efsane (mitoloji) kahramanı olarak tanıyor. Ama onun adına yazılmış ve çağlar boyu kuşaklardan kuşaklara aktarılmış Oğuz Kağan Destanları var. Milattan 200 yıl önce yaşamış olan Mete Han’ın ve ondan 1500 yıl sonra, 13. yüzyılın başlarında yaşamış olan Cengiz Han’ın isimleri, kendi efsaneleri içinde Oğuz Han’a bağlı olarak anılacaktır. Bu durumda artık Oğuz Kağan’ın gerçek bir kişi olup olmadığını sorgulamak fazla anlam taşımıyor. Benzer bir durum Alp er Tunga için de geçerli. Alp Er Tunga kimdi? Böyle bir kişi gerçekten yaşamış mıydı? Kaşgarlı Mahmut Divan-ı Lügat-it Türk adlı eserinde, İranlıların Efrasiyab adını verdikleri menkıbevi kahramana Türklerin “Tona Alp Er” (Alp Er Tunga) adını verdiklerini yazıyor. Alp sözcüğü “kahraman” anlamına geliyor. Bu sözcüğe, bazen bir özel isim, bazen bir sıfat, bazen de bir unvan olarak eski Türk lehçelerinin hemen tamamında rastlanıyor. Alp sözcüğü islamiyetin kabulünden sonra da kullanılmaya devam edilecek ve kişi ve yer adları olarak günümüze kadar gelecektir. Bugün Semerkant’ta bir şehir kalıntısı Efrasiyab adıyla anılıyor; üzerinde de Efrasiyab adına düzenlenmiş bir müze var. Dede Korkut’un da gerçek bir kişi olup olmadığı kesinlikle bilinmiyor. Fakat asıl önemli olan nokta, bu ismin temsil ettiği Türk veli inancıdır ve Dede Korkut’un, islam öncesi devirden islami devre intikal eden efsanevi bir kahraman olduğudur.

Osmanlı Devletinin kuruluş öyküsü de efsanelerle anlatılır. Osman Gazi’nin gördüğü bir rüyaya dayandırılır. Bu efsaneyi, Osmanlı tarihçilerinden alarak Hammer de kullanacaktır... Osman, hane sahibinin (Edebali’nin) yanında (hanesinde) yatmakta idi. Edebali’nin göğsünde birdenbire bir hilal zuhur etti... büyüyüp bedir halini bularak kendi göğsüne girdi. ... yanlarından bir ağaç çıkarak ... üç kıta ufuklarının nihayetlerine kadar karaları ve denizleri kuşattı... (Bu hal) ... Osman ile Mal Hatun’dan zuhur edecek sülalenin kudret ve şanını tahmin ettirmekte... idi. Gerçi, Osman Gazi’nin Şeyh Edebali’nin kızı Mal Hatun ile evli olduğuna ilişkin bilginin de bir efsaneye dayandığı anlaşılıyor. Oruç Bey’e göre, rüyayı gören ve Edebali’ye tabir ettiren kişi Osman Gazi değil, babası Ertuğrul Gazi’dir. Kızın adı da Mal Hatun değil Rabia Hatun’dur. Halil İnalcık’a göre, Mal Hatun Ömer adında bir Türkmenin kızıdır. Gerçekten de, Ertuğrul Gazi’nin Bilecik’teki türbesinde Mal Hatun adına bir mezar yoktur. Edebali’nin kızı yanında yatmaktadır, ama adı Bala Hatun olarak gösterilmektedir. Mal Hatun, Osman Gazi’nin Bursa’daki türbesinde de yoktur. Öyle anlaşılıyor ki, tarih yazıcıları Osman Gazi soyuna ayrıcalık kazandırmak amacıyla Edebali ile Osman Gazi arasında bir bağ kurmak istemişlerdir. Bilecikliler ve Bilecik’te görevli bürokratlar, türbeyi gezenlere, Mal Hatun ile Bala Hatun’un aynı kişi olduğunu anlatırlar.

Osmanlı Devletinin kuruluş efsaneleri içinde Süleyman Şah adı önemlidir. Tarih kitaplarımızın önemli bir kısmı Süleyman Şahı Ertuğrul Gazi’nin babası olarak anlatıyor. Hoca Sadettin Efendi (1536,7- 1599) Tacü’t Tevarih adlı kitabında, Kaya Alp oğlu Süleyman Şah’ın, dört oğlu ve aşireti ile birlikte yurdundan çıkıp batıya göçerken, Suriye’nin kuzeyinde Caber Kalesi yakınlarında Fırat nehrinde boğulduğunu, oğullarından ikisinin, Sungurtekin ile Gündoğdu’nun geriye, kendi yurtlarına döndüklerini, Ertuğrul ile Dündar’ın yollarına devam ettiklerini yazıyor ve bugün bile buradaki kabre Türk Mezarı derler diyor. Bugünkü genel kabul de böyledir.

Oysa, tarihçiler bu açıklamaları benimsemiyor. Gerçi bir Süleyman Şah vardır. Paul Wittek, bu kişinin Birinci Haçlı Seferine kadar (1097) bir süre İznik’e egemen olan Selçuklu ailesinden Kutalmışoğlu Süleyman olduğunu yazıyor. Süleyman Şah Suriye’de Halep dolaylarında bir savaştan sonra ölmüştür ama suda boğularak değil. Oğlu Kılıç Aslan, daha sonra, aynı ülkede Habur Nehrinde boğulmuştur. Öyle görünüyor ki, oğulun ölümü, halk destanlarının kahramanı olması gereken babaya yakıştırılmış, ikiyüz yıl kadar sonra da Osman Gazi’nin büyükbabası yapılarak Osmanlı tarihine eklenmiştir.

Bu tür anlatımlar sadece bize özgü değil. Veli (ermiş, eren) geleneği ile hıristiyanlıktaki saint (aziz) anlayışı arasında bir yakınlık kurulabilir. Örneğin Heredot, Keyhüsrev’in büyük pederinin Mendane namındaki kızının bütün Asya’yı tufana garkeden rüyasını nakletmekten çekinmez. Lari ve ondan naklen Gibbons Cengiz Han’ın validesi (nin) bir semavi şule teneffüsiyle hamile kaldığını rivayet ederler. Bu nedenle, vilayetname ve menakıbnameleri doğrudan doğruya islamın ve tasavvufun veli geleneği üzerine oturturken dikkatli olmalıyız. Evveliyatı olan bir gelenek bu. Saint, hıristiyan mistisizminde de Allaha yakın, Allah dostu bir kişi olarak algılanır. Ama daha öncesi de var. Türkçe konuşan kavimler İslamiyetten önce Şamanizm, Budizm, Zerdüştlük, Mazdeizm, Maniheizm, Musevilik gibi pek çok dinsel inanç anlayışlarını, bazen siyaseten, bazen kendi kültürleriyle uyum halinde görüp benimsemişledi. Bu inanç biçimlerinin dünyayı, evreni, Allah kavramını anlayış ve yorumlayışı ve bunlara dayalı olarak yarattığı ritüeller, değişik sentezlere tabi olarak yüzyıllar boyu değişe değişe menakıbname ve vilayetnamelere yansıyarak günümüze kadar geldi.

İslamiyetin kabulünden çok önce Oğuz Destanı gibi önemli bir mahsul verebilmiş Türk Destani geleneği, şüphesiz İslam öncesi dini etkileri geniş ölçüde yansıtıyordu. Prof. Ahmet Yaşar Ocak, Türk ve İslam menkıbeleri ile Budizm, Musevi, Hıristiyan kaynaklı menkıbeler arasındaki benzerlikler konusunda pek çok çarpıcı örnek veriyor. Battal Gazi ile ilgili bir örnek: Battal Gazi, Emevi ordularının Bizans’a karşı yürüttükleri savaşlarda 740 yılında ölmüş olan bir Arap kahramanıdır. Eskişehir’in Seyitgazi İlçesi adını Seyit Battal Gazi’den alıyor. Ona ait olduğu varsayılan türbe Seyitgazi’dedir. Heybetini ve kahramanlığını simgeleyen sandukası yedi metre uzunluğundadır. Bugün bu türbeyi ziyaret edenler genellikle Türk kahramanlık öykülerini dinlerler. Öte yandan, ona ilişkin menkıbeleri 10. ve 11.yüzyıllarda Rumlar da benimsemişlerdi. Onların destan kahramanları Digenis Akritas hem Bizanslı hem de Arap karakteri taşıyordu... sadece Araplara karşı değil, zaman zaman Rumlara karşı da savaşan bir kahraman olarak anlatılıyordu. Saltıkname, Saltık’ın soyunu Battal Gazi’ye bağlıyor.

Bu anlatımların din ve mezhep farklılıklarıyla ilgisi yok. Hıristiyan azizi de ejderha öldürür, Müslüman azizi de. Hıristiyan azizi de şu veya bu hayvanın donuna girer, Müslüman azizi de, Budist azizi de. Hepsi denizden geçer, havada uçar. Gerçek dünyadaki güçsüzlüğünün bilincinde olan insanoğlu, kendi varoluşunu bu yolla kanıtlamaya, kendisine ya da mensubu olduğu topluma bir anlam kazandırmaya çalışmaktadır.

Vekayiname , Vakanüvislik Geleneği

Bizim tarih yazıcılığımız, Cumhuriyet öncesinde “vakanüvislik” (olay yazıcılığı) geleneği üzerine oturuyordu. Vekayinameler olayların günlük tutar gibi peşpeşe yazılması şeklinde oluşuyordu. Vakanüvislik, başlangıçta resmi bir görev değildi. İlk resmi görevlendirmenin II. Mustafa döneminde, 1700 yılında yapıldığı ve bu göreve Naima’nın (1655-1716) atandığı anlatılıyor. Son vakanüvis Abdurrahman Şeref Efendi, ilk vakanüvis olarak Hoca Sadettin Efendi ‘yi (1536-1599) anıyor.

Vakanüvislerin yazdığı vekayinameler içinde de efsaneler, menkıbeler olabiliyordu. İlber Ortaylı, Osmanlı vakanüvisliği geleneğini anlatırken, ideoloji kavramını “akide” (dogma) kavramı ile tamamlıyor ve Osmanlı vakanüvisinin akidesi devlet ve nizam-ı alemdir (abç); O, bunu kendinden önceki nesillerden tartışmasız bir miras olarak almıştır... Hepsinin ortak bir yanı vardır: Aynı ideolojinin etkisinde kalem oynatırlar. Bu anlayış çerçevesinde, menkıbeleri gerçek tarih gibi yorumlamak safdilliğini de gösterirler diyor . Ona göre, vakanüvis efsane ile gerçek olayı ayırt etmekte pek titiz davranmaz... Aşıkpaşazade’nin Osmanlıları Rumeli’ye sallar üstünde geçirmesi, Macar tarihyazıcı Brodariç’in Kanuni Sultan Süleyman’ı, Hıristiyan hacı kılığında Budin’e sokup kapıları gizlice Osmanlı ordusuna açtırması gibi örnekler sonsuzdur. Bu noktaya, Cevdet Paşa (1822-1895) da işaret etmişti. 12 ciltlik Tarih kitabına yazdığı önsözde, ... tarihe geçirilecek ve her fıkrasından ibret alınacak olaylar... ya ihmal edilip unutulmuş, ya da düzeltilmeden ve tenkit edilmeden yazılmıştır diyordu.

lk Osmanlı tarihçilerinden birisi olarak anabileceğimiz Aşıkpaşazade de Tevarih-i Ali Osman adlı kitabında menkıbelere, rivayetlere dayanıyordu. Öyle anlaşılıyor ki kendisi de bunun farkındaydı. Zaman zaman, "bir nice rivayet vardır, en doğrusu benim anlattığımdır", ya da "bu menkıbeleri ki yazdım, vallahi hepsine bilgim vardı, ondan yazdım" demek gereğini duymaktadır.

Vakanüvisler genellikle saraya yakın kişilerdi. İmparatorluğun çeşitli bölgelerinde belli bürokratik görevler üstlenebilirlerdi. Görüp yaşadıklarını, kendilerinden öncekilerin yazdıklarına ilave ederek yazıya dökerlerdi. Genellikle sultanın-sadrazamın arzusu, emri üzerine yazarlardı. Bazen kendiliklerinden yazarlar ve yazdıklarını sultana-sadrazama sunar, ya da ithaf ederlerdi. Zaman zaman gözden düşmeleri ve şartlar değiştiğinde yeniden ikbale ermeleri mümkün olurdu.

Vekayinamelerin sadece olayları kaydetme amacını gütmedikleri, belli bir dünya görüşünü (ideolojiyi) taşıma ve yaşatma amacını da gözettikleri anlaşılıyor. Orta sınıf halk ve bilhassa askeri zümreler arasında okunmak için, bir nevi halk destanı şeklinde ve halk dili ile... yazılan bütün bu gibi tarihi eserler 15. asrın son yarısında pek çoğalmıştı. İlk yazılışları daha evvelki zamanlara ait olan ve sonradan meçhul yazıcılar tarafından zaman zaman yapılan ilavelerle, yakın yıllara doğru ilerletilen bu eserlerin, en ziyade Rumeli’deki askeri sınıfların ve serhat halkının psikolojisine göre yazıldığı görülür.

Yazılanlar içinde, duruma göre övgüler ve yergiler, kişisel (sübjektif) değerlendirmeler bulunabilirdi. Örneğin, Abdurrahman Şeref Efendi, Haçlı Seferlerini ve Moğol istilasını ... "iki büyük bela İslam memleketlerini istilası altına aldı. Frenk Haçlıları, hac taassubuyla, Moğol Tatarlar da yağma iştiyakıyla... her iki caniler güruhu, uğradıkları yerleri harebazar ve vahşetzar etmiştir. Akıttıkları kan selinin rengini tarih şimdiye kadar akıttığı gözyaşları ile biraz olsun açamamıştır... Orta Çağ’da şartların tesiri ile işledikleri günah ve isyanları... Kudüs-ü Şerif’i ziyaret etmek suretiyle izale ettiklerine inanmak..." duyarlılığı içinde anlatıyor. Çelebi Mehmet’i övgüsü de şöyle: "Allah’ın Osmanlı hanedanını ihya muradı olmasa idi Cenab-ı kadir-i mutlak, faziletleri ve insaniyet kemalatını bir zatta toplayarak öyle bir fetret hengamesinde bu devlete bahş ve ihsan etmezdi." Cevdet Paşa da kitabını sunarken benzer bir anlatımı seçmişti. "Allaha şükür ki ulu padişah Sultan Abdülmecit Han Efendimizin bu asrın en uğurlu günü olan tahta çıkış günlerinden beri maarifi yayma hususunda gösterdikleri cihan değerindeki himmetleri arasında unutulmaya terk edilmiş olan nice güzel eserler ortaya çıkarılmış ve nice yeni olaylar yazılıp ortaya konmuştur..... Aristovari tedbirli, eski sadrazam ve halen Hariciye Nazırı Reşit Paşa hazretlerinin maarife meyil ve himmetleri de benim gayretlerimi teşvik edici olduğundan..." Vekayiname geleneğinin sübjektif , duygusal anlatımlara konu oluşuna daha pek çok örnek bulunabilir. Hoca Sadettin Efendi’nin Tacü’t Tevarih adlı kitabında kuduz köpekler, sapkınlar, pisliklere batmış mırdarlar, edepsizler, başı kopasıcalar, hayasızlar, uğursuzlar gibi nitelemelere sıkça rastlıyoruz.

İlber Ortaylı’ya göre, vekayiname geleneği Cevdet Paşa (1822-1895) ile aşılmaya başlanmış, fakat bilimsel tarihçilik ancak 2. Meşrutiyetten sonra gelişme yoluna girmiştir. Bu dönemde yetişip Cumhuriyet dönemine ulaşan tarihçiler belli aşamalar kaydedeceklerdir. Ancak, Cumhuriyet dönemi tarihçiliği zengin bir mirasın etkisiyle değil, karşılaştığı çıkmaz ve kendi yaptığı başlangıçla gelişmek zorunda kalacaktır.

Cumhuriyet Dönemi Tarihçiliğimiz

1930’lu yıllar, yeni bir Türk Tarih Tezi oluşturma çabalarının yoğunlaştığı yıllar oldu. Cumhuriyet döneminin tarihçileri, çözümü güç bir sorunla karşı karşıya idiler. Hunlar’dan başlayarak Osmanlılara ve yeni Cumhuriyete uzanan tarihsel sürecin bilimsel bir anlayışla, belki de yeni baştan yazılması gerekiyordu. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, (1888-1977), Fuad Köprülü (1890-1966), Zeki Velidi Togan (1890-1970), Mükrimin Halil Yınanç (1899-1961), Cavit Baysun (1899-1968), Ömer Lütfi Barkan (1902-1979), İbrahim Kafesoğlu (1914-1984), Enver Ziya Karal (1906-1982) gibi tarihçiler böyle bir görevi üstlenmek ve artık, Çin, Arap, Hint, İran, Bizans ve diğer batı kaynaklarına da inmek durumunda idiler. Bu kaynakların Türkçeye çevrilmesi başlıbaşına bir sorundu. Üstelik, bu kaynaklarda anlatılan tarihin de tarafgirane yazılmış olması ihtimali yüksekti. Yazarlarının, kendi toplumlarının ideolojisinden tümüyle arınmış olduğunu kabul etmek güçtü. Dolayısıyla, bu kaynaklarda yer alan tarihin kendimize (ideolojimize) maledilmesi için özel bir çaba gerekiyordu. Öte yandan, 1928 Dil Devriminden sonra, eski Osmanlı kaynaklarının yeni alfabeyle yeniden yayınlanması gibi bir görev de belirmişti.

23 yılında kurulan Cumhuriyet, sadece devlet yapısının değiştirilmesi anlamını taşımıyor, daha önemlisi yeni bir “millet” kavramını da hayata geçirmeyi amaçlıyordu. Bu kavram, tarihin içinde sağlam bir temele oturtulmalı idi. Yeni bir ulus yaratılıyordu ve bu yeni ulusun kendine has bir dili ve tarihi olmalıydı. Atatürk’ün, 1931 yılında kurduğu ve 1935 yılında Türk Tarih Kurumu adını alacak olan Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, kendisinden önceki Tarih-i Osmani Cemiyetinin bir devamı sayılabilirdi, ama arayış artık Osmanlıdan ziyade yeni millete yönelikti. Aynı anlayışla, 1932 yılında Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulacak, 1935 yılında Türk Dil Kurumu adını alacaktır. Sonuçta, 1935 yılında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulacaktır. Hatırlanmalı ki, Ankara Üniversitesi onbir yıl sonra, 1946 yılında kurulmuştur.

Bu çabaların, başlangıçta biraz ütopik bir anlayışla yürütüldüğü doğrudur. Halil İnalcık, 1932 yılında toplanan ilk tarih kongresinde medeniyetin Orta Asya’da ortaya çıktığı tezinin işlendiğini anlatıyor: “Orta Asya’da bir iç deniz ve etrafında tarıma elverişli topraklar vardı. Sonra bu iç deniz kurudu ve Türkler dünyanın her yanına dağılarak medeniyeti bu yeni topraklara taşıdılar.” Hararetli tartışmalar oldu. Örneğin Prof. Zeki Velidi Togan böyle bir yaklaşımı gerçekçi bulmuyordu. “Orta Asya’da bir iç denizin varlığı prehistorik devirlere çıkar, o sebeple böyle bir faraziyenin hükmü yoktur” diyordu. Teze yandaş olanlar Togan’a hücum ettiler. Togan, ondan sonra hiçbir zaman makbul bir ilim adamı statüsünü kazanamadı.

Atatürk’ün amacı topluma bir ulus bilinci aşılamaktı. Türk Tarih ve Türk Dil Kurumları çevresinde oluşan-gelişen tarih anlayışının (giderek Türk Devlet İdeolojisinin), Osmanlı ve Selçuk dönemlerini arka plana iterek doğrudan Orta Asyaya bağlandığı ve tarihsel süreci görmezden geldiği ileri sürülebilir. Ord. Prof. Ekrem Akurgal, Atatürk tarafından ortaya konan tarih tezi öne sürülerek, onun Hititlere, İskitlere, Sümerlere, yani eski şark kavimlerine Türklerin ecdadı demekle kökümüzü şarka bağladığı... yolundaki görüşlere itiraz ediyor. "Atatürk ihtilal yarattı... Bu itibarla, yeni bir ruhla techiz etmek istediği millet için Osmanlı Tarihini örnek tutamazdı... Yıpranmamış, tenkitten uzak kalmış, biraz da dasitani ve mitolojik olan bir tarihe ihtiyaç vardır" diyor. Akurgal’a göre, Atatürk’ün tarih tezi, Anadolu’yu Türklerin yurdu olarak görmemekte direnen batı dünyasına karşı bir tür mukabil tez, bir müdafaa silahı idi. Kökümüzü şarka bağlamakla ilgisi yoktu; örneğin Hititler Anadolu’lu idi ve biz onların mirasçısı idik. Kaldı ki, Atatürk, Selçuklu ve Osmanlı tarihinin araştırılması için Avrupa’ya da öğrenci gönderiyordu. Sonradan Türk Tarih Kurumunda çalışacak olan Ömer Lütfi Barkan, Mükrimin Halil Yınanç, Cavit Baysun, Tayyip Gökbilgin, Enver Ziya Karal gibi tarihçilerimiz vardı.

Bu yoruma katılmamak elbette mümkün değil. Cumhuriyet öncesinde var olan devlet ideolojimizin 1930’lu yıllarda sorgulanmaya başladığını, hatta yeni bir devlet ideolojisi yaratma konusunda ciddi arayışlara girildiği açıktır. Devletin kutsallığı anlayışına dayanan, içinde islamı da barındıran devlet ideolojimiz, bu kez, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren oluşmaya başlayan yeni bir unsuru bünyesine alıyordu: Türk ulusunun yüceliği.

Daha önceki yıllarda gerçekleştirilen Tekke ve Zaviyelerin kapatılması, (1925) Kıyafet Kanunu (1925) ....... gibi devrimlerin daha çok şekle ilişkin olduğunu, fakat 1930’lu yılların bu devrimlere ideolojik bir temel oluşturma çabaları olarak anlaşılması gerektiğini ileri sürebiliriz. 1930’lu yıllar, bu çerçevede ilginç bir deneyime daha sahne olur: Güneş Dil Teorisi... Bu teori, Türkçenin dünya tarihinin en eski dillerinden birisi olduğu ve pek çok dilin Türkçeden türediği savına dayanıyordu. Atatürk bu amaçla Tahsin Bey’i Maya kültürünü araştırmak üzere Meksika’ya gönderecek, kendisine sonradan Mayatepek soyadını verecektir. (Tepek Maya dilinde tepe anlamına geliyordu.) Ancak fazlaca bir yandaş toplayamayan bu teori Atatürk’ün ölümünden sonra unutuldu. Önemle hatırlanmalı ki, Türk Devriminin ideolojisini “yeniden kurmak” amacıyla girişilmiş olan Kadro Hareketi de aynı yıllarda (1932-1934) cereyan ediyordu.

Özetle, 1930’lu yıllardan itibaren Türk unsuru ön plana çıkmaya ve İslam öncesi Türk toplulukları önem kazanmaya başlamıştı. Sümer, Hitit, İskit, Hun, Göktürk, Uygur tarihleri özel bir ilgiyle araştırılır. Bahaeddin Ögel (1923-1989) bu amaçla Çin kaynaklarına kadar inecek, Faruk Sümer (1924-1995) Oğuzlar, Türkmenler üzerine eğilecektir. Atatürk’ün direktifleriyle kurulan ilk sanayi tesislerine Sümerbank (1933) ve Etibank (1935) adları verilecek, ezan 1932 yılından itibaren Türkçe okunmaya başlanacaktır.

Tarih, bu dönemde, Türk parantezine alınarak yeniden yazılmaktadır. Gerçi, Türk unsurunun ön plana çıkarılması yönündeki eğilim 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren varlığını hissettiriyordu. Özellikle 2. Meşrutiyetten sonra yeni bir ivme kazanmıştı. Ahmet Ağaoğlu (1869-1939), Mehmet Emin Yurdakul (1869-1944), Yusuf Akçura (1876-1935) ve Fuad Sabit Ağacık (1887-1957) tarafından 1912 yılında kurulan “Türk Ocağı” ve çıkardığı Türk Yurdu Dergisi, sadece edebiyat ve kültür dergisi değil, aynı zamanda bir tarih dergisi idi. Örneğin, tarihçi Osman Turan (1914-1978) 1959 yılından 1973 yılına kadar, aralıklarla üç kez Türk Ocakları Genel Başkanlığı görevini üstlenecektir.

Bu arayışlar ileri geri gidiş gelişlerle sürecek ve günümüze kadar ulaşan toplumsal/siyasi çekişmelerin kaynağını oluşturacaktır. Örneğin Türk Ocakları 1931 CHF içinde eritilip kapatılacak, 1949 yılında yeniden açılacak, Kadro Dergisi iki yıllık bir yayın hayatından sonra 1934 yılında kapanmak zorunda kalacak, Türk Tarih Kurumu 1950-1960 yılları arasında Demokrat Parti tarafından sürekli olarak siyasi müdahalelelere maruz kalacak, 1983 yılında ise yeni bir müdahale ile farklı bir yapıya kavuşturulacaktır.

Yeni Türk Tarih anlayışının coğrafya alanına taşınmaması mümkün olamazdı. Çünkü bu yolla, aynı zamanda yeni bir vatan anlayışı da kurulabilirdi. Nitekim, bu yıllardan itibaren okullar için basılan coğrafya kitapları da yeni bir içerik kazanacaktır. Gerçi Birinci Coğrafya Kongresi ancak 1941 yılında toplanacaktır. Ama ders kitapları daha bu kongre toplanmadan önce yeni tarih anlayışı çerçevesinde yazılmaya başlanmıştır bile. Belirtilmeli ki, ders kitapları, tarihin seyrine bağlı olarak zaman zaman içerik değiştirecektir.

özetle, 1930’lu yıllar, omurgası “kutsal devlet” anlayışı olan Türk Devlet İdeolojisinin Türkçülük/milliyetçilik kavramı ile pekiştirildiği bir dönem olmuştur. Arayışları ve ileri geri gidiş gelişleri ara evreler olarak değerlendiriyorum. Bu ara evreler bazen karşıt bir nitelik kazanmış, bazen bir alt ideoloji olarak, bazen de bir uydu ideoloji olarak varlığını sürdürmüştür. Bu noktalara ileride açıklık getirmeye çalışacağım.

Değerlendirme ve Günümüzün Tarih Anlayışı

İdeolojilerin yarattığı kavramlar karmaşası, tarih algılamamızı da yoğun biçimde etkiliyor, hatta belirliyor. Buna tarihin ideolojiler içinden okunması diyebiliriz. İdeolojik tarih algılaması, tarihsel sürecin, birbirlerinden kopuk olaylar/olgular imiş gibi algılanması sonucunu veriyor. Sonuçta, her tarihsel durumu “o duruma özgü” bir ideoloji içinden yorumluyoruz.

Bu nedenledir ki, son ikiyüz yıllık tarihimizin içinde bile, pek çok tarihsel olguyu bir diğerinden koparıp ayrı kompartımanlar içinde değerlendiriyoruz. Böylece ana damarı yitirip her yeni olgu için yeni bir tarih kurguluyoruz. Bu durumda tarih artık bilimsel bir disiplin olmaktan çıkıyor, ideolojilerin konusu oluyor ve birbirleriyle çelişen, çatışan karmaşık bir tarihsel olgular yumağı ortaya çıkıyor.

Bu tür yaklaşımlarımız, o anda tartışmakta-incelemekte olduğumuz tarihsel dönemin ne kadar çağdaş/çağdışı, ne kadar iyi/kötü, ne kadar bizden/bize karşı olduğunu kanıtlama amacına yönelik oluyor. Yani yine bizi yönetmekte olan bir ideoloji içinden konuşmuş ve sadece bizim bildiklerimizin ne kadar doğru, karşı görüştekilerin ne kadar yanlış olduğunu anlatmış oluyoruz. Özetle, tarihi, bizi haklı, karşı görüştekileri haksız çıkaran bir araç olarak kullanıyoruz.

Ancak şu noktayı özellikle vurgulamalıyız: Bazı başvuru kaynaklarında masal, hikaye, rivayet, efsane ve destanların kullanılmış olması onları yararsız, anlamsız kılmıyor. Bu tür eserlerde o devrin olaylarına, toplumların sosyal, ekonomik, kültürel hayatlarına, gelenek ve göreneklerine ilişkin çok yararlı bilgiler bulabiliriz. Vekayiname ve vakanüvislik geleneği açısından da geçerli bu saptama. İçlerinde sübjektif değerlendirmelerin bulunması o geleneği doğrudan dışlamamızı, hafife almamızı gerektirmiyor. Vakanüvislerin yazdığı “tevarih”, gerek Osmanlı gerekse Osmanlı öncesi tarihimizi okur ve yazarken halen başvurduğumuz kaynaklar olma niteliğini koruyor. Yapılması gereken, yerli ve yabancı arşivlerin taranması, orijinal kaynaklara inilmesi, Halil İnalcık’ın yaptığı gibi saha araştırmalarına girilmesi, vakanüvislik geleneğinden bize kalanların test edilmesidir.

Aynı çaba, doğal olarak, yabancı tarihçilerin yazdıkları için de gerekecektir. Fuat Köprülü, tek yanlı, sübjektif yaklaşımların Rambaud, H.A. Gibbons, H.J. Kramers, Jean Deny, Sokolov, N. Jorga, Diehl... gibi yabancı bilim adamlarında da bulunduğunu ve böylece tarihi gerçekliklerin birer mütearife (gerçekliği apaçık, ispatı gerekmeyen, aksiyom) olarak yazıldığını söylüyor. Batılı tarihçilerin, örneğin Bizans kurumlarının Osmanlı kurumlarına etkisi üzerine yazdıklarını eleştirirken, onları Osmanlı vakanüvislerinden hiç de farklı görmüyor. Köprülü’ye göre, müesseselerin ne gibi safhalardan geçtiğini ve her devirde ve her coğrafi sahada dışarıdan gelmesi muhtemel tesirleri de tespit etmek mecburiyeti vardır. Tarihsel olayların kökenine inen karşılaştırmalı bir tarih anlayışının (genetique ve comparatif bir usulün) benimsenmesi gerekir.

Ama bugün başka sorunlarımız da var. Geçmişi günümüzün kavramlarıyla değerlendiriyoruz. Yüzyıllarca öncesini yazarken laiklik, demokrasi, şeffaflık, sivil toplum, yönetime katılma gibi çağdaş kavramları kullanıyoruz. “Meşveret” olgusunu yönetime katılma -bazen demokrasi-, “siyaseten katl” olgusunu insan hakları, şeyhülislamlık kurumunu laiklik, tarikatları sivil toplum kavramı çerçevesinde algıladığımız oluyor. Din, dil ve milliyetçilik kavramlarını, bugün varolan içerikleriyle ele alıyor, örneğin padişah analarının Türk ve Müslüman olup olmadıklarını araştırıp bulgularımızı tarihmiş gibi sunuyoruz.

Benim kuşağım tarihi böyle okudu. Halen öyle okunmakta, okutulmakta. Özellikle orta öğretimimiz neredeyse bütünüyle efsaneler, kahramanlık destanları üzerine kurulu. Necdet Sakaoğlu, NTV Tarih Dergisinin Kasım 2010 sayısında , “savaş-padişah yaklaşımı 150 yıldır devam ediyor” diyor. Aslında çok daha gerilere de gidebilirdi. Sakaoğlu, İnkılap Tarihi adıyla okutulmakta olan ders kitaplarının yazım ve anlatım hatalarıyla dolu olduğuna, maddi hataların ise devam ettiğine işaret ediyor. Bu konuda çok sayıda örnek de veriyor. Ahmet Kuyaş, aynı derginin aynı sayısında, tarih kitaplarının “baştan sona garip bir Cumhuriyet fetişizmi ile damgalanmış olduğunu yazıyor.

Tarihin kesintisiz bir süreç olduğunu söylüyoruz. Öyle ise bu birbirleriyle çelişiyor, çatışıyormuş gibi görünen eğilimler neyin nesi? Şurası doğru: Tarihi ideolojilerden tümüyle arındırmak mümkün görünmüyor. Sadece mensubu olunan toplumun tarihi yazılırken değil, bir başka toplumun tarihi yazılırken de geçerli görünüyor bu kirlenme. Oysa, yazılan hakikatlerin “aynen o hakikatler” olması ihtimali çok yüksek değil. Çünkü tarihçinin kendisini birtakım sübjektif değerlendirmelerden, mensubu bulunduğu ideolojinin değer yargılarından bütünüyle soyutlaması kolay değil. Tarihin bu değer yargıları çerçevesinde okunup yazılması, içine yüceltici ya da küçültücü ifadeler sokulması her zaman mümkün. Tamam, tarihi ideolojilerden tümüyla arındırmak mümkün değil. Ama tüm yapısı ideoloji olan bir anlatıma tarih demek de mümkün değil.

Aslında tarihin yeniden yazılmasına gerek yoktu. Ama bugün bu yapılıyor ve tarihsel gerçeklikleri araştırmaya çalışanlara resmi bir devlet tarihi anlayışı dayatılıyor. Böylesi bir eğitim sonrasında öğrendiklerimizi test etme, gerekirse yenileriyle değiştirme konusunda çok isteksiz oluyoruz. Çünkü gerçeği zaten biliyoruz. “Geçmişi kurcalamanın ne gereği var yani, olan olmuş” deyip geçiyoruz, Kendi geçmişimizi bilmediğimiz için düştüğümüz bazen acı, bazen komik durumlar oluyor. Ben Ermeni soykırımı iddialarını ilk kez İngiltere’de bir Hintli çocuktan öğrendim. Güya, Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunuydum. Emekli Büyükelçi Temel İskit, bendekine benzer bir eksikliğe işaret ediyor ve “Benim görevde bulunduğum dönemlerde, biz sadece bizi ilgilendirdiğini düşündüğümüz toplantılara katılırdık. Nato, Yunanistan, Kıbrıs... Dünyanın öteki sorunlarına karşı sanki kapalıydık. Katıldığımız toplantılarda da sadece haklılığımızı savunurduk, gerçekten haklı olduğumuzu değil... sürekli haklı olmaktan bıkmıştım... “ diyordu.

Tarih, bizde, biraz da uzak durulması gereken bir alandır. Geçmişimize pek de güvenmediğimiz için midir bu? Efsaneler bize yeter diye düşündüğümüz, buna inandığımız, inandırıldığımız için midir bu? Bilemiyorum, sadece soruyorum. Bu durumun pek çok sosyo-kültürel, siyasal nedeni vardır muhakkak. Fakat, bu toplumun yüzyıllar boyu çok büyük hercümercler yaşamış olması ile de açıklanabilir. Toplum, belki de o acıları bilincinin derinliklerinde saklamayı tercih ediyor. Tarihten uzak durma psikolojisi, belki de böylesi bir iç savunma mekanizmasının çalışması sonucunda doğuyor. Ama öyle anlaşılıyor ki, toplumsal bilincin derinliklerinden “suhuletle”, incitmeden, yaralamadan, onur kırmadan, hatta okşayarak bilinç üstüne çıkarılan tarihi, acı da olsa kabullenebiliyor. Bu konuda ileride ayrıca konuşacağım.

Tarih basite indirgenip zaten biliniyor olunca, bilimsel niteliğini tümden yitiriyor. Bir akademisyen, yazdığı tarih kitabında Küçük Sait Paşayı anlatırken, kendisinden sürekli olarak Sait Halim Paşa diye söz ediyor. Üstelik Sait Halim Paşanın resmini de koymuş o bölüme. Yabancı örnekler de var. Jean Paul Roux’yu okuyunca, Osman Gazi’yi Süleyman’ın “oğlu ya da torunu”, babası Ertuğrul Gazi’yi ise kardeşi olarak görebilirsiniz. Belki bütün bunlar doğrudur, belki baskı hatası vardır; bilemezsiniz. Tarih, hoca öyle dedi, kitap öyle yazdı diye oluşuvermiyor.

Günümüzün tarihçileri ve tarih meraklıları açısından dikkate değer başka çıkmazlarımız da var. Birincisi, yalnız bizim kütüphanelerimizde değil, dünyanın diğer kütüphanelerinde de bulunan, gerek el yazması, gerekse matbu metinleri okuyup anlayabilmemiz için bugünün genel geçer dilleri yanında Çince, Rumca, Arapça, Farsça... gibi dilleri de bilmemiz gerekiyor. İkincisi, 1928 Alfabe Devriminden sonra, Arap alfabesi ile yazılmış kitapları okumada zorlanıyoruz. Yüzlercesinin varlığından dahi haberdar değiliz. Varlığını bilip de henüz kapağını açamadığımız kitap sayısı az değil. Kapağını açtığımız kitapları da okuyamıyoruz. Sadece Arapça ya da Farsça yazılmış oldukları için değil, Türkçe yazılmış olmaları halinde de okuyamıyoruz onları. Çünkü o alfabeyi bilmiyoruz. Oysa, o metinlerin önemli bir kısmı Arap alfabesiyle, fakat Türkçe yazılmışlardır. Üçüncüsü, tamam, bugün Osmanlıca dediğimiz, özü-grameri Türkçe olan bir dille yazılmışlardır ama dilleri eskimiştir; biz o eski dili de bilemiyoruz. Yeni yetme bir İngiliz Shakespeare’i çözemez, ama belli bir eğitim sonunda onu anlar hale gelir; biz eskiyeni anlaşılır kılamıyoruz. Dördüncüsü, eski metinleri yeni Türkçeye çevirme yeteneğine sahip kişilere de, önceki nedenlere bağlı olarak, fazla güvenemiyoruz. Buna, belki, bugünkü Türkçelerinin yeterli olmadığını da eklemelisiniz.

1928 yılında Latin Alfabesinin kabulünün kültürel mirasımızla olan ilişkiyi kopardığı ileri sürülebilir. Gerçi, Türkçenin, Arap harfleriyle yazılmaya elverişli olmadığı çok daha önceleri ciddi biçimde tartışılıyor ve yeni formüller üzerinde duruluyordu. 1850’lerde Azeri reformatörü Mirza Fethali Ahundzade, Osmanlı Encümen-i Daniş’ine (İlimler Akademisi) Latin harflerinin kabulünü önerdiğinde kapı dışarı edilmedi.... kendisine hak verdiler, bir de Mecidiye nişanı. İlber Ortaylı, 1920’lerdeki okur yazarlık oranının düşüklüğünü gerekçe göstererek, eski ile yeni arasında bir kopukluktan söz edilemeyeceğini söylüyor. Fakat, hiç değilse yeni alfabe benimsendikten sonra, eski ile yeni arasında bir bağ kurulması uygun olmaz mıydı? Ortaylı, böyle bir arayışa girilmediğini ifade ediyor. "Eski harflerin ve Osmanlıca eğitiminin ilk yıllarda Darülfünun Edebiyat Fakültesi dışında tamamen reddedildiği doğrudur... bu konu Batı Avrupa’da örnekleri görülen ve tarihçi ve filolog yetiştirmeyi amaçlayan klasik gimnazyumlarda (bizde edebiyat lisesi olabilir) çözümlenebilir" diyor. Ama çözümlenmedi, ya da çözümlenemedi... Kopukluk devam ediyor.

Cemil Meriç anlatıyor... Ebu’l ula Mardin, Cevdet Paşa hakkında şöyle demiş: "Cevdet Paşa, herkesi okur yazar bir hale getirebilmek için dilin sadeleştirilmesi lüzumuna kail olmuş, tumturaklı... yazıların açık Türkçe yazılmasını ve dilimizde en güç ilmi bahislerin bile yazılabileceğini ileri sürerek bu vadide yazdığı yazıları misal olarak göstermiştir." Cemil Meriç, böylesine iyi niyetle tarih yazmış olan Cevdet Paşa’nın başına gelenleri bakın nasıl özetliyor: Sabah Gazetesi Cevdet Paşa Tarihini yeni harflerle yayınlamış. Sevindirici bir gelişme, ama aması var. Cevdet Paşa, Koçi Beyin IV. Murad’a sunduğu önerileri anlatırken Koçi Bey hakkında zat-ı maarif simat (bilim, bilgi sever) sıfatını kullanmış. Bu sıfat yeni baskıda Koçi Beyin üstünden alınıp IV. Murad’a yüklenmiş, maarif isteyen IV. Murad biçimine girivermiş. Cevdet Paşa, Şanizade’nin "askerin perişanlığı esbabını beyan ediyor" cümlesini aktarıyor. Bu cümle yeni baskıda, !askerin sebeplerini anlatma yolunda" oluyor. Cemil Meriç, Hürriyet Gazetesi tarafından yayınlanmış olan Namık Kemal’in Osmanlı Tarihi ile ilgili olarak da çok komik ve çok acı Türkçeden Türkçeye çeviri hataları buluyor.

Milli Eğitim Bakanlığı, Aşıkpaşazade Tarihi’ni “Aşık Paşaoğlu Tarihi” adıyla yayınlıyor. Yazarın adını bile güncel dile getirme çabası hangi kaygıdan kaynaklanıyor? Kaldı ki, kitaba müdahale bundan ibaret değil. Kitabı düzenleyen Nihal Atsız, sunuş yazısında bakın ne diyor: "Müellif bablara ayırdığı eserinde hemen her babın sonuna birtakım manzumeler de eklemiştir. O babdaki tarih vakaları ile ilgili olan bu manzumeler gayet bozuk bir aruzla yazılmıştır. Şiir bakımından hiçbir değeri olmadığı gibi eserdeki güzel ve akıcı Türkçeden de bu manzumelerde eser yoktur. Bu sebeple boşuna yer kaplamaması için bu acemice manzumeleri buraya almadım." Tarihte yer etmiş bir kitabı güncel hale getiriyorsunuz ve fakat güncellik sizin günceliniz. O halde, bazı bölümlerin acemice yazıldığına, metin içinde yer alan şiirlerin hiçbir değeri olmadığına siz karar verebilir ve onları hiç yazılmamış sayabilirsiniz. Siz zaten biliyorsunuz, okuyucuya aktardığınız bilgi de onun zaten’i olacak.

Peki, yabancı dillerden çeviriler?.. Türkçeyi bilmeden, kitabın konusu hakkında hiç bilgi sahibi olunmadan yapılan çeviriler var. Örneğin, Norman Itzkowitz’in Osmanlı İmparatorluğu üzerine yazdığı kitabı Türkçeye çeviren kişi, Türklerin -ve Arapların- Anadolu’ya “Rum diyarı” (Roma ülkesi) dediğini bilmediği için olsa gerek, Anadolu Selçuklu Devletinden, “Rum kökenli”, “Rum asıllı” Selçuklular olarak söz ediyor. Belki Itzkowitz de bilmiyordu bu gerçeği, belki o öyle yazdı da çevirmen aynen tekrarladı onu. Bilemiyoruz...

Bu kadar da değil... Tarih son yıllarda ekonomik değer taşıyan bir meta haline de getirildi. Artık orijinal kaynaklara gitme zahmetine katlanılmadan yazılmış tarih romanları aracılığıyla öğrenir hale geldik tarihi. Televizyon kanallarında yeniden kurgulanmış bir tarihi fon olarak kullanan dizi filmler, belgeseller yayınlanıyor. Tarih bitiyor, ama film bitmiyor, yeni tarihler kurgulanıyor. Öte yandan, tartışmalı özel tarih programları yayınlanıyor. Aynı olay/olgu herbir tartışmacı tarafından yepyeni bir kurguyla yeniden yaratılıyor.

Bunların tarihe ilgi çekme açısından taşıdıkları önem tartışılamaz, fakat okuyucuda, izleyicide, tarihin kendisini öğrettikleri gibi bir algılamaya yol açtıkları da kesindir. Tarihlerde edebiyat yapma külfetine katlanmak istenir birşey olmadığı gibi sadece edebiyat endişesiyle yazılmış olan tarihlerde hikayelerin gerçeklere uygunluğu pek aranmamıştır. Onun için eski vakalara dair yazılmış olan kitapları incelerken evvela bu kitapların ne maksatla yazıldığını bilmek lazımdır.