17 Kasım 2011 Perşembe

İbn Haldun, Mukaddime ve Tarih

Tarih, coğrafya, sosyoloji, siyaset, yönetim gibi kavramlar üzerine yazılmış çok sayıda eser biliyoruz. Bu eserler, genellikle, ele aldıkları kavramın tanımına ilişkin bir ön kabulden hareket ediyorlar. Çoğu, bu bilimsel disiplinlerin bizzat kendilerinin ne olduğunu sorgulamıyor. Ön kabul, bu sorunun cevabının zaten bilindiği varsayımına dayalı. Tabii, asıl soru, bütün bu disiplinleri kapsayacak genel bir soru, “bilim nedir” sorusu olmalı. Doğal olarak, “... nedir?” sorusu sorulmayınca “neden?” sorusu da sorulmuyor, sorulamıyor. Bu durumda, anlatılanlar, birtakım olayların, olguların peşpeşe sıralanmasından ve sübjektif biçimde yorumlanmasından öteye geçemiyor. Yazarın kişisel tercihlerine mahkum olunuyor. Okuyucu, bu soruları tek başına da sorabilir elbette, hatta sormalıdır, ama önce eli altındaki kitabın mahkumiyetinden kurtulması gerek. Bu da çok kolay değil, çünkü kendisi de belli ön kabullerin (ideolojilerin) etkisi altında.

Mukaddime , bu saptamanının doğruluğuna hak verdirecek farklı türden bir eser. Sadece olayları, olguları anlatmıyor; anlatımını sürekli olarak “nedir” ve “neden” sorularıyla birlikte sürdürüyor. Sorguluyor, somut cevaplar arıyor. Eser, bu niteliğiyle okuyucuyu da zorluyor, hatta rahatsız, tedirgin ediyor. Bu nedenle, Mukaddime’nin bir tarih kitabı mı, yoksa bir coğrafya, sosyoloji, psikoloji, ekonomi kitabı mı olduğunu bir hamlede söylemek mümkün değil. İslam fıkhına ve kelamına ilişkin bir kitap olarak da okunabilir. Bu kadar da değil; eser, yukarıda andığımız sosyal bilimler yanında mantık, matematik, tıp, astronomi, biyoloji, sanat, eğitim gibi konulara da değiniyor. Önemli olan nokta şu: Bütün bu bilimsel disiplinler birbirlerinden kopuk kopuk değil, bir bütünü oluşturan nsurlar halinde ele alınmış.

Mukaddime yazarı İbn Haldun (1332, Tunus – 1406, Kahire) genç yaşlarından itibaren, Endülüs’e kadar bütün kuzey Afrika’yı dolaşmış. Hapse girip çıkmışlığı, Timur’la görüşmüşlüğü var. Bulunduğu ülkelerde yönetim ve siyaset kademelerinde çeşitli görevler üstlenmiş; ayrıca şeyhlik, kadılık müderrislik yapmış. Yaşadıklarını, gördüklerini, duyduklarını eleştirel bir anlayışla yazıya dökmüş. Onun hayatını uzun uzun anlatmak gereksiz. Çünkü kendi biyografisini yazan nadir yazarlardan birisi.

İbn Haldun bir seyyah mı idi, bir tarihçi, bir sosyolog, bir iktisatçı, bir din uleması mı idi? En önemlisi, pek çok bilimsel disiplini, “nedir” ve “neden” soruları eşliğinde birbirlerine bağladığına göre, bir filozof mu idi? Belki hepsiydi. Böylesine renkli bir kişiyi ve el - İber adını verdiği yedi ciltlik bir kitaba yazdığı uzun önsözü (mukaddimeyi) birkaç sayfa içinde özetlemeye çalışmak elbette mümkün değil, doğru da değil. O nedenle, eserin kısa bir planını verdikten sonra tarih konusuna girmeyi ve İbn Haldun’un teorisi ile bizim tarih anlayışımız arasında bir bağlantı kurmayı deneyeceğim.

Cemil Meriç, Lubica’nın İbn Haldun’da Siyaset ve Din adlı kitabına dayanarak, Mukaddime’nin bir planını çiziyor. Özetleyerek veriyorum:

1. Ümran, yani medeniyet... genel sosyoloji, coğrafya, psikoloji. 2. Badiye, yani bedeviliğin sosyolojisi, bedevilik ve hadarilik... psikoloji, jeopolitik ve asabiyet kavramı. 3. Mülk ve siyasi felsefe, iktidar. 4. Hadariyet, yani şehir sosyolojisi. 5. Ekonomi politik... emek... 6. Ulum, bilgi sosyolojisi...

Dediğim gibi, bu konulara tek tek girmem mümkün değil. Böyle bir niyet, hem bu yazının amacını, hem de benim yeteneğimi aşar. Sadece, tarih konusuna ilişkin bazı kavramlara değinecek ve bu kavramlar çerçevesinde, genel olarak tarih ve özel olarak da kendi tarihimiz üzerine, İbn Haldun’un kavramlarını kullanarak, bazı değerlendirmeler yapmaya çalışacağım.

Tarih Nedir?

İbn Haldun, kitabının daha girişinde, (mukaddimenin mukaddimesinde) tarih yazarlarını eleştirmekle işe girişiyor. Ona göre tarih, dış görünüşü itibariyle ele alındığında, eski zamanlardan, devletlerden ve önceki çağlarda meydana gelen olaylardan haber vermekten daha fazla birşey değildir. Oysa tarih, özü itibariyle düşünmek, araştırmak ve olayların nedenlerini bulup ortaya koymaktır. Çünkü, olan şeylerin ilkeleri incedir, olayların keyfiyeti ve nedenleri hakkındaki bilgi derindir. Tarihçiler, genellikle vakaların ve ahvalin sebeplerini görmezden gelip ihmal ediyorlar; rivayetlerin yaldızlı ve cazip olanlarını seçip tarih imiş gibi anlatıyor, hatta haber uyduruyorlar. Birbirlerini tekrarlıyor ve taklid ediyorlar. İbn Haldun tarih kavramını öylesine derinliğine işliyor ki, bir ara tarihçilerin içine düştükleri hataları o kadar uzattık ki, nerede ise kitabın maksadı dışına çıkacaktık demek gereğini duyuyor.

İbn Haldun, tarih anlayışını ikili bir yapı içinde ele alıyor. Birincisi kronik yazarlığıdır ki, olayların tasvirinden ibarettir ve sadece edebi değeri vardır. Ama bu yeterli değildir. Tarihin hakikatını yakalamak için, olayların nedenlerini sorgulamaya, muhakeme yürütmeye ihtiyaç vardır. Tarih, olayları, olguları anlatmakla birlikte, bunların gerçekleşmesini gerektiren şartların tahlilini de gerektirir.

Edward H. Carr, (1892 - 1982) Tarih Nedir adlı kitabının iç kapağına, Catherine Morland’dan aldığı şu cümleyi koymuş: Böylesine can sıkıcı olması hep tuhafıma gidiyor, çünkü çoğu uydurulmuş olmalı. Anatole France’ın (1844 - 1924) Penguenler Adası adlı kitabında şöyle bir bölüm var: Efendim, dedim, üstada. Tecrübelerinizden feyz almağa geldim. Tarih yazacağım diye kendimi helak ediyorum, gayretlerim hiçbir işe yaramıyor... cevap verdi: Ne lüzumsuz endişe efendiciğim... Neden tarih yazmağa kalkışıyorsunuz? En meşhur tarihleri istinsah edersiniz, olur biter. Usul öyle değil mi? Yeni bir görüşünüz, orijinal bir düşünceniz mi var? İnsanları ve hadiseleri beklenmedik taraflarıyla mı anlatacaksınız? Sakın ha. Okuyucuyu tedirgin edersiniz. Okuyucu tedirgin olmaktan haz etmez. Tarihte aradığı, ezelden beri bildiği saçmalıklardır. Onu aydınlatmaya kalkmak, gururunu incitmek ve öfkelendirmektir.Sakın ha! Böyle bir hatır tanımazlığa yeltendiniz mi çığlığı basacaktır: Mukaddeslerimizi ayaklar altına alıyor... Tarihçiler, birbirlerini kopya ederler...

Edward H. Carr ve Anatole France İbn Haldun’u okumuş mu idiler? Tarih anlayışının eleştirisi konusundaki, bu birebir benzerlik nereden kaynaklanıyor?

Umran ve asabiyet

İbn Haldun’a göre, tarih bir beşer (insan) ilmidir. O nedenle, insanların yaptıklarının ve yarattıklarının bütününü kapsamalıdır. Bu bütünlük içinde sosyal ve iktisadi düzen, kurumlar, gelenekler, adetler, inançlar, kültür, medeniyet kavramları da dikkate alınmalıdır. İbn Haldun bütün bu değerler manzumesine umran adını veriyor. Bugünkü anlamıyla medeniyet.

Umran iki aşamada gerçekleşiyor. Bedevilik ve hadarilik aşamaları. Bedeviler çöllerde, kırlarda badiye hayatı yaşarlar. İktisaden zaruri ihtiyaç maddeleriyle yetinmek zorundadırlar, daha fazlasına güçleri yetmez. Hayvanlarını beslemek için otlaklar arayarak durmadan yer değiştirirler. Berberler, Kürtler, Türkler ve Türklerin kardeşleri olan Türkmenler, Slavlar böyledir. Hadariler ise şehirlerde yaşarlar, geçimleri ve adetleri itibariyle daha müreffeh bir hayat sürerler. Bedevilik hadarilikten önceki aşamadır. Çünkü, insanlar önce zaruri ihtiyaç maddelerine, sonra daha mükemmel olana yönelirler. Doğal olarak, bedeviler için şehirli olmak bir amaçtır. İbn Haldun, bedeviler ve hadarilerin sosyal, kültürel, ahlaki nitelikleri üzerinde uzun uzun duruyor. Örneğin, bedeviler hadarilere göre daha cesur olurlar, hayra, iyiliğe, güzel ahlaka daha yakındırlar. Ama bunları söylemek yeterli değil. İbn Haldun, “neden böyledir” sorusunu hiç ihmal etmiyor ve kendi sorusunun muhtemel cevapları üzerinde geniş açıklamalara giriyor.

Bedeviler hadariliğe (şehirliliğe) geçişi amaçlıyor, ama bu amaç, durduk yerde, kendiliğinden gerçekleşemez. Bir itici güce gerek var. İbn Haldun’a göre böyle bir itici güç var ve onun adı asabiyet. Asabiyet, elbette, bizim bugün “asabiyim abi” derken anlattığımızdan farklı bir anlama geliyor. Ama önce kelimenin İslamiyetten önceki Araplarda taşıdığı anlama değinelim. Asabiya, bir kimsenin baba tarafından akrabalarının, genellikle de kabilesinin, haklı, haksız, her durumda savunulması gerektiği anlamına geliyor. Bir şiirde ifade edildiği gibi, kardeşine ister zalim,ister mazlum olsun yardım et.

Bu anlayışın feodal bir yapıyı yansıttığı açık. Fakat, İbn Haldun bu anlayışı genişletiyor. Ona göre, insanlar arasındaki karşılıklı yardımlaşma, asıl ve nesebde iştirakten olduğu gibi onun yerine geçen bir sebepten de hasıl olur. Doğal olarak, asabiyet, nesebin fazla karışmamış olduğu bedeviler arasında daha güçlü olacaktır. Fakat şehirlerde durum böyle değildir ve o toplumsal düzeyde muhtevası farklı bir asabiyet söz konusu olur.

İbn Haldun, bu noktada, asabiyet kavramı ile mülk ve devlet kavramları arasında doğrudan bir ilişki kuruyor. Asabiyet, evet, bedevi toplumlarda yoğun biçimde yaşanır, ama şehir yaşantısında bu duygu zayıflar. Fakat, siyasi iktidar (devlet) asabiyet olmadan kurulamaz. Bu aşamada artık yeni bir asabiyet gündeme gelir. (Buna ideoloji diyebilir miyiz?) Yani, asabiyet kendi zıttını da içinde barındırır. Asabiyetler için sürekli bir değişim ve akış söz konusudur. Görüldüğü gibi, İbn Haldun, akış süreci içinde, akrabalık ilişkilerinin dışına çıkarak, daha geniş bir asabiyet modeli kuruyor. Buna günümüz terminolojisi ile grup dayanışması diyebiliriz. Bir şehrin sakini olma (hemşehrilik), bir toplumsal grubun üyesi olma (parti, kulüp, sivil toplum), bir millete mensub olma (milliyetçilik), bir ideolojiye (sosyalizm, komünizm, islamcılık, Türkçülük) bağlı olma gibi asabiyet örneklerini düşünebiliriz.

Buradaki önemli nokta şu: İbn Haldun’un işaret ettiği sürekli değişim ve akış hali, asabiyetin bir zıtlar diyalektiği şeklinde yorumlandığını gösteriyor. Bu zıtlık, insan hayatı için geçerli olduğu gibi, devletlerin hayatı için de geçerlidir. Nitekim, onlar da doğar, büyür, gelişir ve sonunda yerlerini yeni oluşumlara bırakırlar. Yani, bizim devlet ideolojimizin benimsediği gibi, ebed- müddet olamazlar.

Bedevilik : Göçebelik

Şimdi konuyu biraz daha özelleştirelim...

Bedevilik (göçebelik) kavramının bizim tarihimiz açısından özel bir önem taşıdığını düşünüyorum. Horasan üzerinden Anadolu’ya akan Türkmenlerin göçebe bir topluluk olduğu görüşünden hareket ederek, Osmanlı devletinin kuruluşunu cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten anlayışıyla değerlendiririz. Ancak, bir aşiretin nasıl olup da yerleşik düzene geçerek bir devlet halinde örgütlenebildiğini, Osmanlı Devletini kuran dinamiğin (asabiyetin) ne olduğunu genellikle sorgulamayız. Bu konuda, İbn Haldun’un kavramlarını kullanarak kısa bir tahlil denemesine girişebiliriz.

Osmanlı Devletini kuran asabiyetin ne olduğu sorusunun cevabı, Fuat Köprülü’den (1890-1966) itibaren, yerli yabancı bazı tarihçiler tarafından araştırılmamış değil. Fuat Köprülü, aşiret dayanışması üzerinde duruyor ve fakat aşiret kavramını çok daha geniş bir perspektifte ele alıyordu. Paul Wittek (1894-1978) ise Osmanlı Devletinin birliği doğal kabile bağları üzerinde değil, başka bir temelde kurulmuş olmalıdır diyor ve Türkmenlerdeki gaza ve fetih anlayışına ağırlık veriyordu. Bu yazı çerçevesinde bu tartışmanın ayrıntılarına girilmesi mümkün değil. Şu kadarını söyleyelim: Osmanlı aşireti bütünüyle göçebe bir aşiret değildi. Yarı göçebe ya da konar-göçer bir aşiretti. Kendisinden önce Anadolu’ya gelip yerleşik düzene geçmiş ve umran yolunda epey mesafe almış bulunan çok sayıdaki öteki beyliklerle -sık sık kavga etseler de- sürekli ilişki içinde idi. Göçebelik aşamasından şehirlilik aşamasına geçiş süreci içinde idiler. Öte yandan, Aşıkpaşazade’nin Tevarih-i Ali Osman’da adlarını andığı Anadolu gazileri, abdalları, ahileri ve bacıları belli düzeydeki bir şehir asabiyetinin hem taşıyıcısı, hem de yeniden yeniden yaratıcısı olarak etkili bir rol oynuyorlardı. Yani aşiretler şehir yaşantısı ile organik bir bütünlük içinde idiler. Devlet halinde örgütlenebilmeleri bu nedenle mümkün oldu. Bu saptama, doğal olarak bütün Anadolu Beylikleri için de geçerliydi.

Mukaddime ve Tarih Anlayışımız

Osmanlı tarihçiliği büyük ölçüde vakanüvislik (vak’a yazıcılığı) geleneği üzerine oturuyordu. Vekayiname diye anılan ve olayların peşpeşe sıralanmasından ibaret olan yazımlardı bunlar. Vakanüvislik, Osmanlı tarihinin bir döneminde resmi bir görev haline geldi. İlk resmi görevlendirmenin II. Mustafa döneminde, 1700 yılında yapıldığı ve bu göreve Naima’nın (1655-1716) atandığı anlatılıyor. Son vakanüvis Abdurrahman Şeref Efendi, ilk vakanüvis olarak Hoca Sadettin Efendi ‘yi (1536-1599) anıyor.

Vakanüvislerin yazdıkları içinde efsaneler, menkıbeler, sübjektif değerlendirmeler olabiliyordu. Doğal olarak, o andaki sultana ve geçerli yönetim anlayışına (ideolojiye) aykırı gelebilecek değerlendirmeler yapmaktan kaçınıyorlardı. İlber Ortaylı, Osmanlı vakanüvisliği geleneğini anlatırken, ideoloji kavramını “akide” (dogma) kavramı ile tamamlıyor ve Osmanlı vakanüvisinin akidesi devlet ve nizam-ı alemdir. (abç) O, bunu kendinden önceki nesillerden tartışmasız bir miras olarak almıştır... Hepsinin ortak bir yanı vardır: Aynı ideolojinin (abç) etkisinde kalem oynatırlar. Bu anlayış çerçevesinde, menkıbeleri gerçek tarih gibi yorumlamak safdilliğini de gösterirler diyor . Ona göre, vakanüvis efsane ile gerçek olayı ayırt etmekte pek titiz davranmaz... Bu ifadeleri okuyunca İbn Haldun’u hatırlamamak mümkün mü?

Aslında vakanüvis geleneğinden önceki tarihçiliğimiz de böyleydi. İlk Osmanlı tarihçilerinden sayabileceğimiz Aşıkpaşazade, -ki İbn Haldun’dan biraz sonradır ama onunla çağdaş sayılabilir- Tevarih-i Ali Osman adlı kitabında farklı bir yol izlemiyor, büyük ölçüde rivayetlere dayanıyordu. Öyle anlaşılıyor ki kendisi de bunun farkındaydı. Zaman zaman, bir nice rivayet vardır, en doğrusu benim anlattığımdır... ya da bu menkıbeleri ki yazdım, vallahi hepsine bilgim vardı, ondan yazdım demek gereğini duymaktadır.

Mukaddime, 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı tarihçilerinin ilgisini çekmişti. Taşköprülüzade, Katip Çelebi, Naima gibi tarihçiler İbn Haldun’a ilgi ve saygı duydular. Fakat bu hürmetkar aşinalık samimi bir dostluğa inkılab etmedi. Nitekim, 2. Abdülhamid, Mukaddime’nin şeriat ve hilafete ilişkin, tartışmaya açık bazı hükümler ihtiva ettiği gerekçesiyle eseri yasaklamıştı.

İlber Ortaylı’ya göre, vekayiname geleneği Cevdet Paşa (1822-1895) ile aşılmaya başlanmış, fakat bilimsel tarihçilik ancak 2. Meşrutiyetten sonra gelişme yoluna girmiştir. Bu dönemde yetişip Cumhuriyet dönemine ulaşan tarihçiler belli aşamalar kaydedeceklerdir. Cumhuriyet döneminde, İbn Haldun üzerinde çalışmış Zeki Velidi Togan, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Hilmi Ziya Ülken gibi tarihçilerimiz yetişti. Ancak, yine de, Cumhuriyet dönemi tarihçiliği zengin bir mirasın etkisiyle değil, karşılaştığı çıkmaz ve kendi yaptığı başlangıçla gelişmek zorunda kalacaktır.

Mukaddime’nin bir kısmı Pirizade tarafından, geri kalan kısmı da Cevdet Paşa tarafından Türkçeye çevrildi. İlber Ortaylı’nın, eski geleneğin aşılması konusunda Cevdet Paşaya özel bir yer vermesinin temelinde, herhalde, Mukaddime’yi çevirmiş olmasının rolü de bulunmaktadır. Nitekim, 12 ciltlik Tarih kitabına yazdığı önsözde, İbn Haldun’u hatırlatır tarzda, ... tarihe geçirilecek ve her fıkrasından ibret alınacak olaylar... ya ihmal edilip unutulmuş, ya da düzeltilmeden ve tenkit edilmeden (abç) yazılmıştır diyordu.

Tarihimiz, 18. ve 19. yüzyıllardan itibaren “devleti çöküşten kurtarma” misyonu çerçevesinde gelişti. Yöneticiler ve aydınlar, bu amaçla yeni asabiyetler yaratma yolunda öneriler geliştirdiler. İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük gibi... Ama sonunda İbn Haldun’un öngörüsü gerçekleşti ve devlet kurtarılamadı. Yeni kurulan Cumhuriyet de kendisine yeni asabiyetler yaratmak durumundaydı. Çünkü, artık, yeni bir devlet ve ona bağlı olarak yeni bir millet vardı. O halde, bu yeni oluşuma uygun yeni toplumsal dayanışma odakları (asabiyetler) bulunmalıydı. Devlet, doğal olarak, Osmanlılarda olduğu gibi yine ebed-müddet (Son Türk Devleti) idi. Toplumsal dayanışmayı Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik, Laiklik, Devletçilik ve İnkılapçılık ilkeleri sağlayacaktı.

İbn Haldun’un tanımladığı türden bir asabiyet anlayışı belli ilkeler halinde formüle edilebilir mi? Sanırım bu mümkün değil. Çünkü asabiyet tarihin seyri içinde, toplumsal dinamiklere cevap verecek tarzda kendiliğinden oluşan ve sürekli değişim halinde bulunan bir dayanışma modeli. İlkeler ise bu dinamikleri değişmez kılıyor, statik hale getiriyor. Dolayısıyla, bu ilkelerin, tarihi, diyalektik bir süreç olarak ele almayan bir anlayışın izlerini taşıdığını düşünebiliriz. İbn Haldun’dan itibaren pek çok tarihçinin işaret ettiği gibi, tarihi, birbirlerinden kopuk kompartmanlar içinde okumak mümkün görünmüyor. Tarihi süreç kendi asabiyetini bizzat yaratıyor.

Bu nedenledir ki, söz konusu ilkeler üzerinde bugün dahi toplumun bütününü kavrayan bir görüş birliği oluşamadı. Birbirleriyle çelişen yorumlar, açıklamalar ve hatta tartışmalar halen devam etmekte.

Hatime

Bu yazı, İbn Haldun’un Mukaddime’de ileri sürdüğü görüşlerin -sadece tarih alanında bile olsa- doyurucu bir özeti olduğunu iddia edemez. Bu konuda çok sayıda ciddi eser var. Bu yazının mütevazı amacı, Mukaddime’yi Türk tarih, sosyoloji ve siyaset bilimi meraklılarının gündemine bir kez daha sokmaya çalışmak olabilir.