10 Aralık 2011 Cumartesi

Tarih, Bilim ve Mülkiye

Epey yaşadıktan sonra öğrendim ki, bize lise çağlarımızda öğretilen fizik, 1900’lerden itibaren bütünüyle değişmeye yüz tutmuş. Newton fiziğinin determinist anlayışı altüst olmuş. Bize sadece adı öğretilen Einstein bu yeni anlayışın doğmasına katkıda bulunmuş bulunmasına, velakin o bile “Tanrı zar atmaz” diyerek bu yeni anlayışa karşı çıkmış.Yeni yeni fizikçiler türemiş. Meğer dünya o kadar da kolay bilinemezmiş. Kuantum fiziği böyle diyormuş. Bu arada bilimin tanımı da değişmiş. Bilim, yüzyıldır kesin oldukları savunulan doğrular üzerine değil, aksi savunulabilen tezler üzerine inşa ediliyormuş.

Benim lise hocalarım bu gelişmeden habersiz mi idiler? Neden bizlere kesin bilimsel yasalardan söz etmeyi sürdürdüler? Bizim aldığımız eğitim, “bilim nedir?” sorusuna verilegelen cevapları neden duymazdan geldi?

Benim kuşağım açısından, bu ihmalin mantıklı bir açıklaması var. Yeni bir devlet kurmanın, yeni bir ulus yaratmanın, Cumhuriyet ilan etmenin, ardından devrimleri gerçekleştirmenin tek yolu bilimin katı determinizmine bağlanmak en akılcı yoldu da onun için. Sorunlarımız somuttu ve çözüm için somut reçeteler gerekirdi. Mutlaklığı tartışmalı yeni bilim anlayışı gündemdeki somut sorunları çözemezdi. O yüzden, bilimin tanımı 1900’lerden itibaren indeterminist bir doğrultuda gelişedursun, biz bilimsel kesinliği baş tacı eden pozitivist bir anlayışa olan bağlılığımızı devam ettirmek zorundaydık. Pozitivizm, deney ve gözlem dışında kalan, ölçülemeyen hiçbir sebep - sonuç ilişkisini kabul etmiyordu. Yeni bir devlet, yeni bir ulus yaratmak için bilinemez bir dünya açıklaması yerine kesinkes bilinir bir dünya açıklaması gerekiyordu. Bu durumda yeninin indeterminist dünyası ihmal edilmeli, geleceğimiz pozitivizmin kesin açıklamalarına dayandırılmalı idi. Toplumun daha iyi düzeylere taşınması ancak böyle mümkün olabilirdi.

Olayın felsefi derinliği de vardı elbet. Aristo mantığı, yaptığımız seçimi destekliyordu. Bir şey aynı zamanda iki şey olamazdı, aynı anda iki ayrı yerde bulunamazdı, hem bu- hem o olamazdı. Ya ak ya kara vardı... Doğru ve yanlış, iyi ve kötü, güzel ve çirkin, gerçek ve batıl vardı. Oluşum halindeki bir toplumun ya ölüm ya kalım yolunu seçmesi çok doğaldı. Tanzimat, Meşrutiyetler ve Cumhuriyet kuşakları kesin doğrunun peşinde koşmak zorunda idiler. Yeni Osmanlıların, Jön Türklerin, İttihat Terakkicilerin, Cumhuriyet aydınlarının Ogüst Comte sosyolojisini benimsemeleri, çoğunun kesinci düşünce ve eylem adamlarını okuyup örnek almaları bir rastlantı değildi. Hayatta en hakiki mürşit ilim olmalıydı.

Bu mantık, hiç değilse 1950’lere kadar geçerli bir mantık gibi görünüyor. Ama son elli yıl, yani artık Cumhuriyet kurulduktan, devrimler yerine oturduktan sonra da devam etmesini anlamak zor. Fakat durum hala bu ise, o zaman oturup derin derin düşünmemiz gerekiyor.

Şunu seziyorum: Pozitivist dünya açıklaması, sonraki yıllarda, bizim bireysel ve toplumsal dinamizmimizi öylesine esir aldı ki, bizler artık verili bilim dışında hiçbir şeyi merak etmeyen, soru sormayı gereksiz sayan, zaten var olan kesin cevapları da zaten bilen, değilse de bir bilen üstada danışan insanlar haline geldik. Üstad bazen şeyh, bazen falanca TV kanalı, bazen partimizin başkanı oldu... Bireyler kayboldu!...

Niye soru soracaksınız ki? Zaten her şey, siz bilmeseniz de biliniyor. Sizin yeni yeni bilgiler, tezler, görüşler icad etmenize, beyninizi ayrıca yormanıza gerek yok ki! Dahası, böyle bir çaba, mutlak doğruları kurcalayıp dejenere ettiğiniz anlamına da gelebilir ki bayağı tehlikelidir. Susacaksınız, size öğretilenleri ezberleyeceksiniz; iyice sıkışırsanız hemen bir üstada koşacaksınız. Bu yöntem sadece pozitif bilimler için değil, hatta daha çok sosyal bilimler için geçerli. Sonuçta, içtihat kapılarını açmak üzere yola çıkmış olan bir modernleşme süreci, kendi dışına kapı kapayacak hale geldi. Bir trajedi imiş gibi görünen bu çelişkiye günlük yaşamımızda sık sık tanık oluyoruz. Ya ak olanı seçmeliyiz ya kara olanı; arada başka seçenek -gri bile- göremez oldu beyinlerimiz. Öteki renkler ise hepten ayrıntıdır, ha var ha yokturlar.

Liseden sonra Mülkiyede aldığımız eğitimin mantığı da bu minval üzre mi kurulmuş idi? Sanırım ana hatları itibariyle öyle idi. Gerçi, Mülkiye, kimbilir, belki, öteki eğitim kurumlarına kıyasla, biraz daha geniş açılı bir eğitim veriyordu, farklı görüşlere biraz daha hoşgörülü idi. Ama bu, onunla ötekiler arasında bir nitelik değil, sadece bir nicelik farkı olarak beliriyordu. Bunun nedenini tam olarak kestirebilmiş değilim. Şimdi birkaç açıklama girişiminde bulunacağım:

İlk açıklamam, okulumu öteki okullardan farklı görme içgüdümle ilgili olmalıdır.

Bir başka açıklama, Mülkiyenin batılılaşma hareketlerimize denk düşen kuruluş tarihi ile ilgili. Bu noktada bir çelişkiye düşmek istemem. Çünkü daha önce dediğim gibi, bizim batılılaşma çabalarımız pozitivizmin, yani katı bilimselciliğin tam da göbeğinde yeşermiştir. Böyle olunca, eğitim sistemimizde eleştirdiğim sorgusuz sualsiz kabullenme eğiliminin Mülkiye için de geçerli olması gerekir. Mülkiyenin böylesi bir katı özü içinde hala barındırdığını düşünüyorum. Ama, öte yandan, 19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın ilk çeyreği, sıkısıkıya kapatılmış olan içtihat kapılarının da zorlandığı yıllar olmuştur. Mülkiye, böylesi bir ilerici potansiyel ile de tanışmak durumunda idi. Özetle, Tanzimatla başlayıp Cumhuriyetle devam eden ve sosyolojik anlamda devrimci sayılması gereken bir anlayışın içinde doğup büyüdü. Yani, paradoksal biçimde, birbirlerine zıt iki anlayışı birlikte yaşadı.

Çizmeye çalıştığım bu genel resim, aynı tarihsel ortamda kurulmuş olan Mühendis, Tıbbiye, Harbiye, Sanayii Nefise... mektepleri için de geçerli olmalıdır. Ancak, örneğin Boğaziçi ve Ortadoğu Teknik Üniversitelerini bu resme dahil edemiyorum. Onlar, batılılaşma çabalarımızın değişik bir perspektif içinden algılanmaya başlandığı sonraki dönemin birer ürünü olarak görünüyorlar. Bu saptama, bu okulların tarihsel süreç içinde üstlendikleri olumlu misyonu kesinlikle gözardı etmiyor elbette.

Aklıma şunlar da geliyor: Örneğin, kamu kesiminde görev almış olan Mülkiyelileri -ve o resme dahil ettiğim öteki mekteplileri- katı eğitim sistemimizin öğretilerini daha kolay hazmeder halde görüyorum. Onlar daha kestirmeden, ak-kara kestirmesinden gidiyorlar; ülkeyi daha kolay "kurtarabiliyorlar"; sorgulamalara karşı daha az hoşgörülüler. Oysa özel kesimde görev almış olanlar geniş düşünmeyi, alçak gönüllü olmayı, soru sormayı, cevap aramayı daha iyi beceriyorlar. Bu da belki, hani o demin dünyayı değişik bir perspektif içinden gördüklerini söylediğim yeni okulluların etkisiyle oluyordur. Çünkü biz eski mektepliler devlet için yetiştirildik. Okullular ise devletin nisbeten rahatladığı dönemin öğrencileri.

Açıklamalarım yeterli değil, biliyorum. Demek ki bir olguyu birkaç nedene indirgeyerek açıklamak mümkün değil. Zaten niyetim kesin cevaplar bulmak değil, sadece soru sormak.

Ama ben Mülkiyeyi, cevaplarını bulamamış olsam da, bana bu tür soruları sormayı öğrettiği için giderek daha çok seviyorum...

8 Aralık 2011 Perşembe

Yurt ve Vatan Kavramları Üzerine

Toprak, Mülk, Yurt, Vatan


Üzerinde yaşanılan toprak parçası anlamında kullandığımız değişik sözcükler var. Ülke, memleket, mülk, yurt, vatan gibi. Bu sözcükler, tarihin değişik aşamalarında birbirlerinden çok farklı coğrafi, ama daha önemlisi hukuki ve siyasi içeriklere sahip olabiliyorlar. Zaman içinde hem anlam hem de kapsam değiştirebiliyorlar. Anadolu’yu yurt ediniyoruz ama, bugün anayurt dediğimizde farklı bir coğrafi alanı, Orta Asya’yı anlatmış oluyoruz. Vatan ve anavatan derken de farklı kavramlara atıfta bulunmuş olabiliyoruz. Memleket sözcüğü bir devletin toprağı anlamına geldiği gibi, kişinin doğup büyüdüğü yer anlamına da gelebiliyor. Nereli olduğumuz sorulduğunda Bilecik’li, Van’lı... olduğumuzu söylüyoruz. Ama soruyu bir İngiliz sormuşsa cevabımız Türkiye oluyor.

Bu durumda, kavramların tarihsel -ve tarihten yansıyan dilsel- arkaplanı dikkate alınmadığında birtakım anakronik yorum yanlışlarına düşmemiz mümkün görünüyor. Belli tarihsel olguları toprağa bağlarken bazen belli bir ideolojinin etkisinde kalarak, ama çoğu kez bir tür bilimsellik adına yanlış değerlendirmeler de yapabiliyoruz. Pek çok kavram için geçerli olduğu gibi, toprak, mülk, yurt, vatan vb. kavramları için özellikle geçerli bu. Çünkü bu kavramlar devlet ve millet kavramlarıyla doğrudan ilişkili ve bu ilişki yanlış değerlendirmelere uygun bir zemin oluşturuyor.

Prof. Bahaeddin Ögel, Göktürklerin kullandığı budun sözcüğünü “millet,” il sözcüğünü ise “devlet” sözcüğü ile karşılıyor ve bu sözcüklerin bugünkü modern devlet ve millet anlayışlarını karşılayan gelişmiş deyimler olduğunu söylüyor. Budun ve il sözcüklerini bugün kullandığımız millet ve devlet kavramlarının karşılığı olarak değerlendirirken dikkatli olmamız gerekiyor . İl deyiminin bugünkü modern devlet anlayış ve yapısını değil, daha ziyade siyasi liderin o anda egemen olduğu toprak parçasını ifade ettiğini, budun deyiminin ise o topraklar üzerinde birlikte yaşayan halk topluluğunu ifade ettiğini düşünebiliriz.

Yurt Kavramı

Radikal Gazetesinin 9 Kasım 2008 tarihli Pazar ekinde, Orhan Tekelioğlu imzasıyla “Bir travmanın dizisi: Elveda Rumeli” başlıklı bir yazı yayımlandı. Yazı, TV’de yayımlanan “Elveda Rumeli” adlı diziyi konu alıyordu. Dizi, 1897 Osmanlı -Yunan savaşı sırasında Makedonya’da yaşananları anlatmaktaydı. Tekelioğlu, Makedonları kastederek, dizide ... kendi toprağına sahip olmak isteyen halkların bölücü ve düşman gibi gösterildiklerini, Türklerin ise mazlum millet olarak ele alındığını ileri sürüyor ve bu yaklaşımı kınıyordu. Dizide, tabii ki “bölücülük” teması işlenmiyordu, işlenemezdi de, çünkü bu kavram 1897’de var olmayan bir kavramdı. Ama asıl nokta, kendi toprağına sahip olmak isteyen halklar ifadesinde düğümleniyordu. Yani, Makedonya Makedonların yurdu idi; onlar yurtlarını savunuyorlardı, biz ise işgalci idik demeye getiriliyordu. Bu anlayışın özelikle sol (?!) çevrelerde yaygın olduğunu, daha önce Kıbrıs’ın işgali (?!) konusunda da dile getirildiğini hatırlıyorum.

Makedonya, evet, bugün Makedonların yurdudur. Gerçi, günümüzde bile, Makedonlarla Yunanlılar arasında tartışma konusu olmaktadır; bu noktayı yok sayalım. Ama hikayenin anlatıldığı dönemde, Makedonlar, Arnavutlar, Rumlarla birlikte bizim de yurdumuz olmadığını hangi gerekçeyle açıklayabiliriz? Bütün o bölge, İstanbul bizim yurdumuz olmazdan çok önce bizim de yurdumuz olmamış mıydı? Atatürk oralı değil miydi? Tekelioğlu, ayrıca, Yunanlıların bizim istiklal savaşımızı “Küçük Asya Bozgunu” olarak nitelediklerini ve bu değerlendirmeyi yitirdikleri Anadolu topraklarını düşünerek yaptıklarını anlatıyor. Evet, öyledir; yitirilen topraklar için ağıt yakılması doğaldır. Tamam, fakat, dizinin anlattığı 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı sırasında Makedonya bizim yurdumuz değil idiyse, Batı Anadolu da mı bizim yurdumuz değildi? Selanik bugün bir Türk yurdu değildir, peki, 2. Balkan Savaşında Edirne’yi geri alamamış olsaydık, Edirne’nin bugünkü Selanik’ten, yurt olma anlamında ne farkı kalırdı? İstanbul bugün bir Türk yurdu mudur, değil midir? 93 Harbi (1877-1878) sonunda elden çıkmasına ramak kalmıştı. Tarih öyle gelişseydi ki yalnız Kars Ardahan, Batum değil, İstanbul da yitirilseydi, kim kendi yurdunu yitirmiş olurdu?

Bu örnek ve üzerine yaptığım yorum milliyetçi bir söylemi dile getirdiğim biçiminde algılanabilir. Oysa, niyetim, başarabilirsem, bu değildir. İngiltere’den ve sonra Avrupa’nın, Asya’nın, Afrika’nın değişik topraklarından gelip Amerika kıtasına yerleşenler orada kaldılar. Çünkü orayı yurt edinmek amacıyla yola çıkmışlardı. O toprakları daha önce yurt edinmiş olanlar, yurtlarını bu yeni gelenlerle paylaşmak durumunda kaldılar. Acıdır, ama tarihin gerçeği böyle oluşuyor. Yenilerin, geride bıraktıkları topraklara özlem duyacakları muhakkaktı, fakat bilinçlerinde eski yurtları yenisiyle yer değiştirmişti. Amerika’ya göçmüş bir İngiliz için İngiltere anayurt olabilirdi, ama yeni yurt artık Amerika’ydı. Amerika’ya sonradan göç etmiş bir İtalyan, bir Polonyalı için, hatta bir Meksikalı için de böyleydi durum. Onlar için İtalya, İngiltere, Polonya, Meksika anayurt olmayı sürdürüyor, ama yurt artık Amerika’dır. Aynen Türkmenler için Anadolu’nun ve bir dönemde Balkanların yurt, Orta Asya’nın anayurt olması gibi.

Hiçbir halk bugün yaşadığı toprakların ezeldenberi kendi yurdu, -kendi toprağı, kendi vatanı- olduğunu iddia edemez. Norman ve Sakson istilalarının Avrupa’da yaşayan halkların yurtlarını tarih boyunca nasıl şekilden şekle soktuğunu biliyoruz. İki dünya savaşı sonrasında, Avrupa ve Ortadoğu’da da aynı şey oldu. Günümüzde de bu olgu yaşanıyor. Yahudilerin arz-ı mev’ud (vadedilmiş topraklar) söylemi ancak tarihi yönlendirmeye çalışan dinsel bir anlam taşıyabilir. Gerçi dinsel inançlar da tarihi etkiliyor, ama o dinsel tarih, örneğin bugün Ortadoğu’yu hala yerli yerine oturtamadı. Yurt savunuluyor, fakat başarısız kalınırsa ya yurt olmaktan çıkıyor ya da aynı yurt yeni gelenlerle paylaşılmak zorunda kalınabiliyor.

Yurt, yerleşilmek amacıyla gelinen ve yerleşilebilen yerdir. Milattan üçyüz yıl önce Anadolu’yu aşıp Orta Asyalara kadar giden Büyük İskender’in, 5. yüzyılda Orta Asya’dan kalkıp Avrupa’yı kasıp kavuran Attila’nın, Hz. Muhammed’in ölümü üzerinden elli yıl bile geçmeden Bizans kapılarına dayanan Arap ordularının (Eyüp Sultan içlerindedir), 1096 Birinci Haçlı Seferinden itibaren ikiyüzyıl boyunca Mezopotamya’ya kadar bütün doğu coğrafyasını neredeyse mesken edinmiş olan Latinlerin, Anadolu’ya 13-15. yüzyıllarda fiilen hakim olan Moğolların... Anadolu’da niye kalamayıp kendi yurtlarına geri çekildikleri, fakat, örneğin Türkmenlerin nasıl olup da Anadolu’da kalabildikleri açıklanması gereken bir sorudur.

Tarih kitapları Osmanlı Devletinin genişlemesi olgusunu fetih ve ganimet kavramları çerçevesinde anlatıyor. Bu iki kavram elbette önemlidir. Fakat, fetih ve ganimet biraz önce saydığım öteki Anadolu fatihleri açısından da önemliydi. Ama onlar kalamadı Anadolu’da, Türkmenler kaldı. Niye?.. Türkmenler için yurt, sadece işgal edilip bir süre yönetilecek bir toprak parçası değil, üzerinde oturulup yaşanılacak bir toprak parçası idi de onun için. Orta Asyadan gelişleri yeni bir yurt arayışına yönelikti. Çünkü oradaki yurtlarında geçinemez olmuşlar, hatta yurtlarından kovulmuşlardı. Yukarıda andığım kavimler ise sadece fetih amacıyla gelmişlerdi; fethedip, bir süre yönetip gitmişlerdi. Fethetmeye gelirken kendi kültürlerini kendi ülkelerinde (yurtlarında) bırakmışlardı. Türkmenler ise geldikleri toprakları yurt sayıyor, yani o topraklara yerleşmek niyetiyle geliyorlardı. Bu nedenle, yeni yurtlarına maddi-manevi bütün varlıklarını getiriyorlardı. Aileleri, hayvanları, evleri (çadırları) ve en önemlisi kültürlerini taşıyan uluları da o göç katarı içinde idi. Bu kader, onlar için, Osmanlılardan çok önce, 11. yüzyılın başlarında yazılmıştı. Öncü askeri kuvvetin buralarda tutunduk haberini alır almaz yeni yurtlarına doğru yürüyorlardı. İskender, Araplar, Haçlılar, Moğollar Anadolu’ya yabancı kaldılar, çünkü sadece ordularıyla fethedip yönetmek için gelmişlerdi. Oysa Türkmenler bütün varlıklarıyla, kültür dünyaları ile büsbütün geldiler yeni yurtlarına. Ve o yeni yurtlarını aynı toprakların eski sakinleriyle paylaştılar. Türkmenlerle yukarıda saydığım kavimler arasındaki ciddi fark budur. Yurt, belli bir topluluğun tüm varlığı ile benimsediği toprak parçasına ad olan bir kavramdı. Yurt kavramı, Türkmenler açısından varoluşla ilgili (ontolojik) bir kavramdı.

Peki, Türkmenlerin yönü niye Anadolu idi? Türkmen göçünün başladığı yıllarda Anadolu yoğun bir nüfusa sahip değildi. Geniş ve verimli toprakları vardı. Türkmenler burada geleneksel yaşam tarzlarını sürdürebildiler. Çevreye uyum konusunda fazlaca bir zorluk yaşamadılar. Oysa, Arap ülkelerinde ve orta ve güney İran’da bu rahatlık yoktu. Türkmenler, yeni yurtta ortaklaşa yaşama konusunda bölge halkıyla, dili ve dini hiç sorun etmeden, karşılıklı evlenmeler yoluyla kolayca kaynaştılar. Çünkü varolmaları büyük ölçüde böylesi bir senkretist ve simbiyotik bir anlayış ile gerçekleşebilirdi. Bu anlayış iledir ki, Türkmenler, yerleştikleri topraklara kendilerinden önce verilmiş olan yer adlarını dahi değiştirmediler. Fetihten sonra eski yer isimlerinin varlıklarını şaşırtıcı ölçüde koruması , fethedilen toprakların yerel kültürünün sonraki gelişmeler içinde önemli bir unsur olarak yerini koruduğunun kanıtıdır. (Cumhuriyet ideolojisi bu anlayışı bırakmıştır. Bu konu milliyetçilik başlığı altında ayrıca anlatılacak. )

Bugünden geriye bakılarak, madem öyle, o zaman Suriye’de, Arabistanda, Irak’ta, Mısır’da, Kuzey Afrika’da ve Avrupa’da niye kalıcı olamadık¬ diye sorulabilir. Çünkü oralara yerleşmek amacıyla değil, yerleşmek niyetiyle gelip yerleştiğimiz bölgeleri korumak için gitmiştik. Anadolu Selçuklu Devleti bir Anadolu devleti olarak kaldı. Osmanlı Devleti ise, İstanbul’un fethinden itibaren bir imparatorluk olma yolundaydı; batısını ve doğusunu güvence altına almak, o bölgeleri de kendi denetimi altında tutmak, özetle artık fethetmek zorunda idi.

Türkmenler açısından tarihin bir aşaması imparatorluğun fetih dönemine girmesi ile bitti. Sonraki dönem, yurt kavramının artık bir başka bağlamda ele alınmasını gerektiriyordu. İlk aşamada sosyoloji ve ekonomi (yaşam mücadelesi=yurt) gündemdeydi; ama tarihsel gelişmenin sonraki aşaması, devlet kavramını öne çıkardı. Bugüne yansıyan sorun da o zaman başladı.

İskan Politikaları

Fetihlerin zorunlu iskan politikalarını beraberinde getirmesi kaçınılmazdı. Fethedilen yeni topraklara, bir tür güvenlik önlemi olarak, iç bölgelerden insan aktarılması gerekiyordu. Yeni topraklara göç ettirilme konusunda, evlad-ı fatihan açısından bir gönüllülük söz konusu olsa da, çoğunluk açısından bunun adı artık yurttan koparılmak idi. Yönetim anlayışı (devlet ideolojisi) bu yurttan koparılmayı meşru gösterme yolunu buldu: Uygulamanın adı fethedilen toprakların şenlendirilmesi olacaktı. Bu amaçla birtakım özendirme yöntemleri kullanılacak, göç edenlere bedava arazi, askerlikten ve vergiden muafiyet gibi ayrıcalıklar tanınacaktır.

Yurttan kopma - koparılma 18. yüzyılın sonlarından itibaren tersine bir göç hareketine dönüştü. Bu kez kaybedilen topraklardan Anadolu’ya doğru yoğun bir akın söz konusu oldu. 1768-1774, 1829, 1854-1856, 1877-1878, 1897, 1914- 1918 yıllarında, Balkanlardan, Kırım’dan, Kafkasya’dan yüzbinlerce Türk / Müslüman bu kez Anadolu’ya doğru aktı. Artık beylikler, sultanlıklar, devletlikler döneminde değildik. İmparatorluklar çağıydı. Bu dönemde yurttan koparılmanın ilginç bir özelliği vardı. Sınır bölgelerinin “sadık unsurlarla” doldurulması, bir tür “etnisite mühendisliği” uygulanması gerekiyordu. Durum, özellikle Osmanlı ile Rusya arasında, adeta bir “nüfus savaşı”na dönüşmüştü. Gelenler, Müslüman nüfusun artırılması amacıyla Hıristiyan nüfusun fazla olduğu bölgelere yerleştirildi. Abdülhamid, 1888 tarihinde, ...” bazı vilayat-ı şahanede islam nüfusunun çoğaltılması için... Kafkas muhacirlerinin Erzurum, Van ve Hakkari vilayetlerindeki arazilere yerleştirilmelerini” emrediyordu. Aynı amaçla, bir kısım Kafkas göçmeni de batı ve güney Anadolu’da Hıristiyan nüfusun yoğun olduğu bölgelere yerleştirildi. 1897 yılında, Müslümanların Osmanlı topraklarına göçünü teşvik için özel bir muhacir komisyonu kurulmuştu. Ulus-devlet anlayışına doğru bir evrim (?) gerçekleşiyordu. Yurt kavramını artık yurtlaşmak isteyen toplumların kendi tercihleri değil, tepeden zorlatan bir güç, devlet belirliyordu. Milli Mücadele sonunda yeni bir “mübadele” yaşanacaktır. Tarihten gelen bu zorlamanın Anadolu’yu tedirgin ve mutsuz ettiği kesindir. Çünkü resmin bütünü içinde aynı acıları, Türklerle birlikte aynı yurdu yüzyıllar boyu paylaşagelen Rumlar, Ermeniler, Kürtler, Süryaniler... de yaşadılar.

Zorunlu göçlerin,(muhaceretin) devletin güvenliğine yönelik pratik yorumu yanında, bir de islami yorumu. Ama bu islami yorum, (hicret teorisi) pratiğin ağır baskısı altında sık sık ihmal edildi. Bir başka deyişle, pratik teoriye galebe çaldı. Bunu vatan kavramı çerçevesinde açıklamaya çalışayım, çünkü içinde dini ögeler de bulunacak.

Vatan Kavramı

Iduk kavramı: kutsal vatan, toprak ... kafesoğlu 236, 237... (114 nolu dipnot. Ve sh. 303

İslami anlayış içinde, bugünkü içeriğiyle değilse de, vatan sözcüğü kullanılmıyor değildi. Vatan ve yurt kavramları şeriatın varlığı ya da yokluğu ile tanımlanıyordu. İslami anlayışa göre vatan şeriatın hüküm sürdüğü yerdi. Vatan sevgisi iman ile ilgili bir kavramdı. Yani, bir hadise göre hubb-ül vatan min-el iman idi. Topraklar Müslümanların egemenliğindeki Dar-ül İslam, Hıristiyanların egemenliğindeki Dar-ül Harp ve Müslümanların yönettiği fakat halkı Hıristiyan olanların yaşadığı Dar-ül Sulh olarak üçe ayrılıyordu. Hicret teorisine göre, toprak Müslüman olmayan bir hükümdarın eline geçtiğinde oradan ayrılıp Müslüman topraklarına yerleşmek gerekirdi.

Gerçekten de, sınırları belirlenmiş bir toprak parçasına karşı oluşması istenen bir sevgi bağının islami anlayışla bağdaştırılması zordu. Nitekim, 11. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya akan Türkmenler açısından, islamın hicret teorisi hiç hüküm ifade etmemiştir. Onlar açısından gittikleri yerlerde yaşayan halkların dinleri ve dilleri hiç önem taşımıyordu. Yeni yaşam alanları bulmaktı amaçları. Geride bıraktıkları yurtları için türküler, ağıtlar yakıyorlardı, ama “yaşasın yeni yurt” demek zorundaydılar. Bu durum, 19. yüzyıldan itibaren, çeşitli askeri yenilgiler sonunda, bu kez de doğudan ve batıdan Anadolu’ya göçmek zorunda kalan gruplar açısından da geçerli görünüyor. Onlar da yurtlarını bir zorunluluk karşısında terk ediyorlardı. Fakat ilginçtir, bu durumda, devlet yöneticileri Hubb-ül vatan min-el iman hadisini yeniden yorumlamak durumunda kaldılar. Hicret teorisi bu kez tersinden yorumlanıyordu. Terkedilen toprakların yöneticileri bu tersine göçü durdurmak için çaba içine girdiler. Örneğin Kafkas Müftüsü Hüseyin Efendi, yurtlarını terketmekte olanları caydırmak için bu hadisi kullandı. İsmail Gaspıralı da aynı yöntemi Kırım göçmenleri için kullanıyordu. Teori, toprak Müslüman olmayan bir hükümdarın eline geçtiğinde oradan ayrılıp Müslüman topraklarına yerleşmek gerekir diyordu, ama yönetim tersini ögütlemek durumunda kalıyordu. Göçler tabii ki devam etti, çünkü halkı yöneten itici güç hala bir vatan arayışından ziyade bir yurt arayışı idi.

Vatan kavramı sonradan doğmuş bir kavram. Yurt kavramının “üzerinde yaşanılacak, geçinilecek” bir toprak parçası anlamına gelmesine karşın, vatan kavramının daha ziyade siyasi bir içeriği var. Bu farktan dolayı, yukarıda anavatan deyimi yerine anayurt deyimini kullandım. Türklerin Anayurdu dediğimizde Orta Asya’yı, fakat Türklerin yurdu dediğimizde Anadolu’yu ifade etmiş oluyoruz. Vatan kavramı oldukça yeni bir kavram. Üzerinde yaşayanların dil, din, tarih, kültür ortaklığına dayalı bir birlikteliği sürdürdüğü toprak parçası anlamını kazanması çok yakın bir geçmişe dayalı. Kavramın özünde, aynı toprak üzerinde belli toplumsal, siyasal, kültürel değerleri paylaşan insanların, içinde yaşadıkları topluma ait oldukları, kimliklerini o aidiyetten aldıkları anlayışı var. Dil, din, tarih, kültür ortaklığı, etnik bir temele oturmayabilir. Önemli olan belli bir toprak parçası üzerinde yaşayanların daha geniş kapsamlı bir ortak yaşama anlayışını kabullenmiş, benimsemiş olmaları. Ulus kavramı da bu kabullenişle oluşuyor. Belli siyasi birlikler, bu anlayışladır ki ulus devlet olarak nitelenebiliyorlar. Toprağın vatan ve üzerinde yaşayan halkların ulus (millet) haline gelişi batı ve doğu toplumlarında aynı seyri izlemedi. Avrupanın geniş toprak sahibi feodal beyleri merkezi otoriteye karşı birer direnme odağı haline gelebildiler. Bir başka anlatımla, toprak ve üzerinde yaşayan halklar ile merkezi otorite arasında bir ayrışma gerçekleşti. Gelişme vatan kavramına doğruydu. Oysa doğuda, topraklar siyasi iktidarın mülkü olma niteliklerini korudular. Dolayısıyla, mülk üzerinde yaşayan halklar, topraklarını yurt olarak algılamaya devam ettiler ve merkezi otoriteye tabi, onun bir parçası olarak yaşamak durumunda kaldılar. Bu durum, sanırım, vatan kavramının bizde neden geç vakit oluşabildiğini de açıklar niteliktedir.

Bizde önemli olan yurt idi. Bizde vatan kavramı, 20. yüzyıla kadar siyasal birliğe bağlılığın, sadakatin bir ögesi olmadı. Halkın/halkların öncelikli bağlılığı, üzerinde yaşamakta olduğu, geçimini sağladığı toprak idi. O bağlılığın adı ise yurt idi. Ancak, o yurdu yöneten bir siyasi otorite vardı. Siyasi otorite ile o siyasi otoritenin hükümran olduğu topraklar ve o topraklar üzerinde yaşayan halklar arasında doğrudan bir manevi bağ oluşmadı.

Bağlılık yurda yönelikti. Ama yurdu yöneten bir siyasi güç vardı ve yurt o siyasi gücün denetiminde, daha doğrusu onun sahipliği altında idi. Yani yurt mülk idi. Mülkün sahibi siyasi iktidar (hanedan) idi. Sonunda, yurda bağlılık yurdun sahibi olan siyasi iktidara bağlılık anlamını kazandı. Artık, öncelikli bağlılık - sadakat siyasi birliği temsil eden kişi ya da hanedana ve son tahlilde devlete yönelik oldu. Böyle bir toprak parçasına yurt demeye devam edebilirdik, ama onu vatan olarak nitelememiz için zaman gerekirdi. Yurt kavramı, evet, sınırları sık sık değişiyor olmakla birlikte, belli bir toprak parçasını ifade ediyordu ve o toprak parçasına hem maddi, hem manevi bir bağlılık söz konusu idi. Üzerinde karın doyurulan, o nedenle de sahip çıkılması gereken bir toprak parçası idi o. Ama yurdun vatan olması için devlet sahipliğinden kurtarılıp, özgürleştirilmesi gerekiyordu.

Bu çok kolay olmadı...

Vatan kavramı, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren... islamın iki temel direğiyle, yani inancın mutlak manevi özü ve ümmetin birliği ilkeleriyle çelişiyordu... İslam, ilk dönemlerinde her tür maddi nesneye bağlanmayı ve onunla özdeşleşmeyi putperestliğin bir biçimi olarak görerek reddetti. Örneğin mecelle yazarı Ahmet Cevdet Paşa, vatanı köyün orta yerindeki meydandan ibaret sayan bir müslüman köylü çocuğundan vatan için savaşması istenebilir mi? diye soruyordu. Ahmet Cevdet Paşa, yeni türemiş bir kavramı, “vatan” kavramını eleştiriyordu. Cevdet Paşa’nın ifadesinde mülk ve devlet kavramlarına ağırlık verildiğini sezebiliriz. Soru yurdun savunulması ile ilgili olarak sorulsaydı, cevap herhalde Cevdet Paşa için çok olay olurdu. Çünkü yurt, karın doyurulan toprak parçasının somut adıydı ve fakat vatan soyut bir kavramdı.

Vatan kavramı Namık Kemal tarafından vatan vazifesi ve fedakarlık kavramları temelinde tarif edilecektir. Köylü için vatan kavramı gerçekten de fazla bir anlam taşımıyordu. Aslolan, artık yurtla özdeşleşmiş olan devlet için savaşılması idi. Namık Kemal’in aynı anlayışı, yine mülk ve devlet merkezli bir vazife ve fedakarlık bilinci yaratarak tamamladığını düşünebiliriz. Bugünkü vatan kavramına biraz uzak dursa da, Namık Kemal’in vatan anlayışı ete kemiğe bürünme (çağdaşlaşma) yolundadır. Gerçi, bu kavramın bugünkü anlamını kazanması için tarihsel sürecin bir adım daha ilerlemesi gerekiyor. Fransız İhtilalinin etkisi, imparatorlukların çöküşü, egemenlik sınırlarının giderek küçülmesi ve böylece vatan kavramının artık tanımlanır bir hale gelişi, özellikle Balkanlarda başgösteren milliyetçilik akımları vatan kavramının yeniden tanımlanmasını gerektiriyordu. Namık Kemal, Vatan Yahut Silistre adlı oyununda,vatan kavramını vazife, fedakarlık, sadakat, bağlılık kavramları temeline oturtuyordu. Amaç, doğal olarak, devletin çöküşten kurtarılması idi. Fakat Namık Kemal’in tezi, bu naif hali ile bile, mevcut yöneticileri ve elbette 2. Abdülhamid’i tedirgin eden bir öz barındırıyordu. Çünkü, fedakarlık, sadakat, bağlılık, vazife kavramları, sanki saltanattan (mülkten-devletten) koparılıyor gibiydi. Bu anlayış, Osmanlı Devletini bir bütün olarak ayakta tuttuğu varsayılan geleneksel anlayışa ters düşüyordu. Çünkü, böyle bir anlayış, içinde yeni bir millet ve milliyetçilik tanımını da gizliyordu. Nitekim 20. yüzyılın başlarından itibaren yeni bir vatan ve yeni bir milliyet anlayışı tartışılır oldu. Sebil-ül Reşat ve İslam Mecmuası gibi İslamcı Dergilerle Türk Yurdu gibi milliyetçi dergiler arasında ateşli tartışmalar yaşandı. Tartışmalar, sonunda, yurt, vatan, millet kavramlarını aştı. Türk milliyetçiliği başlığı altında toplayabileceğimiz bir noktaya taşındı ve yeni devletin ideolojisi haline geldi.

(Bu yazı taslak mahiyetindedir. Hem öncesi vardır, hem de umarım arkası olacaktır.)