2 Temmuz 2010 Cuma

Ahmed Arif'den Muğlalı

OTUZÜÇ KURŞUN


Bu dağ Mengene dağıdır

Tanyeri atanda Van'da

Bu dağ Nemrut yavrusudur

Tanyeri atanda Nemruda karşı

Bir yanın çığ tutar, Kafkas ufkudur

Bir yanın seccade Acem mülküdür

Doruklarda buzulların salkımı

Firari guvercinler su başlarında

Ve karaca sürüsü,

Keklik takımı...

Yiğitlik inkar gelinmez

Tek'e - tek doğüşte yenilmediler

Bin yıllardan bu yan, bura uşağı

Gel haberi nerden verek

Turna sürüsü değil bu

Gökte yıldız burcu değil

Otuzüç kurşunlu yürek

Otuzuç kan pınarı akmaz,

Göl olmuş bu dağda...




Yokuşun dibinden bir tavşan kalktı

Sırtı alacakır

Karnı sütbeyaz

Garip, ikicanlı, bir dağ tavşanı

Yüreği ağzında öyle zavallı

Tövbeye getirir insanı

Tenhaydı, tenhaydı vakitler

Kusursuz, çırılçıplak bir şafaktı

Baktı otuzüçten biri

Karnında açlığın ağır boşluğu

Saç, sakal bir karış

Yakasında bit,

Baktı kolları vurulu,

Cehennem yurekli bir yiğit,

Bir garip tavşana,

Bir gerilere.

Düştü nazlı filintası aklına,

Yastığı altında küsmüş,

Düştü, Harran ovasından getirdiği tay

Perçemi mavi boncuklu,

Alnında akıtma

Üç topuğu ak,

Eşkini hovarda, kıvrak,

Doru, seglavi kısrağı.

Nasıl uçmuşlardı Hozat önünde!

Şimdi, böyle çaresiz ve bağlı,

Böyle arkasında bir soğuk namlu

Bulunmayaydı,

Sığınabilirdi yuceltilere...

Bu dağlar, kardeş dağlar, kadrini bilir,

Evvel Allah bu eller utandırmaz adamı,

Yanan cıgaranın külünü,

Güneşlerde çatal kıvılcımlanan

Engereğin dilini,

İlk atımda uçuran

Usta elleri...

Bu gözler, bir kere bile faka basmadı

Çığ bekleyen boğazların kıyametini

Karlı, yumuşacık hıyanetini

Uçurumların,

Önceden bilen gözleri...

Çaresiz

Vurulacaktı,

Buyruk kesindi,

Gayrı gözlerini kör sürüngenler

Yüreğini leş kuşları yesindi...



Vurulmuşum

Dağların kuytuluk bir boğazında

Vakitlerden bir sabah namazında

Yatarım

Kanlı, upuzun...

Vurulmuşum

Düşüm, gecelerden kara

Bir hayra yoranım çıkmaz

Canım alırlar ecelsiz

Sığdıramam kitaplara

Şifre buyurmuş bir paşa

Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız

Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz

Rivayet sanılır belki

Gül memeler değil

Domdom kurşunu

Paramparça ağzımdaki...




Ölüm buyruğunu uyguladılar,

Mavi dağ dumanını

ve uyur-uyanık seher yelini

Kanlara buladılar.

Sonra oracıkta tüfek çattılar

Koynumuzu usul-usul yoklayıp

Aradılar.

Didik-didik ettiler

Kirmanşah dokuması al kuşağımı

Tespihimi, tabakamı alıp gittiler

Hepsi de armağandı Acemelinden...

Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız

Karşıyaka köyleri, obalarıyla

Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu,

Komşuyuz yaka yakaya

Birbirine karışır tavuklarımız

Bilmezlikten değil,

Fıkaralıktan

Pasaporta ısınmamış içimiz

Budur katlimize sebep suçumuz,

Gayrı eşkiyaya çıkar adımız

Kaçakçıya

Soyguncuya

Hayına...

Kirvem hallarımı aynı böyle yaz

Rivayet sanılır belki

Gül memeler değil

Domdom kurşunu

Paramparça ağzımdaki...




Vurun ulan,

Vurun,

Ben kolay ölmem.

Ocakta küllenmiş közüm,

Karnımda sözüm var

Haldan bilene.

Babam gözlerini verdi Urfa önünde

Üç de kardaşını

Üç nazlı selvi,

Ömrüne doymamış üç dağ parçası.

Burçlardan, tepelerden, minarelerden

Kirve, hısım, dağların çocukları

Fransız Kuşatmasına karşı koyanda

Bıyıkları yeni terlemiş daha

Benim küçük dayım Nazif

Yakışıklı,

Hafif,

İyi süvari

Vurun kardaş demiş

Namus günüdür

Ve şaha kaldırmış atını.

Kirvem hallarımı aynı böyle yaz

Rivayet sanılır belki

Gül memeler değil

Domdom kurşunu

Paramparça ağzımdaki...




Ahmed Arif

18 Haziran 2010 Cuma

Ergenekon Efsanesi

Ergenekon Efsanesi

Ergenekon Efsanesi, halen görülmekte olan bir davaya isim babalığı yaparak güncel siyasetimizin tam ortasına oturdu. Üzerine yüzlerce yazı yazıldı, yorum yapıldı. Ama hiç aklımıza gelip de soramadık kendimize, “neyin nesidir bu Ergenekon” diye. Efsaneyi, ortaokul, lise çağlarımızdan itibaren, sadece genel çizgileriyle bilirdik. Şimdi, güncelin içinde galiba o genel bilgiyi de unuttuk; efsane efsaneliğini yitiriverdi.

Bu yazıda Ergenekon Efsanesinin kendisini anlatmak istiyorum. Bu yolla, onun güncelle olan bağlantısını kurabilir, ya da kimbilir, belki kesebiliriz.

Lise kitaplarımızdan öğrendiğimiz Ergenekon Efsanesi özetle şudur:

Türklerin düşmanları çoktur, bir gün düşmanlar hile ile Türklerin çadırlarına baskın yapıp büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdiler, küçükleri kul edinip herkes birin alıp gittiler. Göktürk Hanı İl Han’ın oğlu Kayan ile yeğeni Tukuz kurtuldular. Dört taraftaki illerin hepsi bize düşman, iyisi odur ki, dağların içinde insan yolu düşmez bir yer (bulup) oturalım dediler. Vardıkları yere Ergenekon adını verdiler. Burada çoğaldılar. Dörtyüz yıl sonra oraya sığamaz oldular. Ama çıkış yolunu bulamadılar. O zaman bir demirci onlara dağda demir madeni olduğunu, demiri eritirlerse kendilerine bir çıkış yolu açılabileceğini anlattı. Demiri ateşleyip körüklediler, erittiler ve dışarı çıktılar. Börte Çene’nin liderliğinde eski düşmanlarıyla savaştılar ve atalarının öcünü aldılar. (Bir komisyon tarafından yazılmış olan lise ders kitabı, Türk Dili ve Edebiyatı, Edebiyat 2, Milli Eğitim Bakanlığı , İst., 1999, sh. 26)

Tarihçi Yılmaz Öztuna da efsaneyi böyle anlatıyor. Ancak Kayan adını Kayı, Tukuz adını Dokuz Oğuz olarak anıyor. (Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi, 1. Cilt, Hayat Kitapları, 1963, sh. 173) Meydan Larousse ve Ana Britannica’da verilen bilgiler de bu çerçevenin dışına çıkmıyor.

Bu yazıyı yazmazdan önce hem kendi kuşağımın insanlarına, hem de ulaşabildiğim gençlere Ergenekon Efsanesi hakkındaki bilgilerini sordum. Gençler genellikle yukarıda verdiğim bilgiyi aktardı; fakat yaşları ilerlemiş olanlar, ayrıca dişi bir kurttan da söz ediyor ve Ergenekon’dan çıkış konusunda onun önderlik etmiş olduğunu anımsadıklarını söylüyorlardı.

Fazla ilerlemeden şunu söylememiz gerek: Efsaneler mutlak gerçeği yansıtmazlar; sanal bir tarih yaratır ve fakat o tarihi edebi bir tür içinden verirler. Hatta, efsane kahramanları da çoğu kez gerçek birer tarihi kişilik olmayabilir. Örneğin Oğuz Kağan’ın tarihi kişiliği hakkında kesin bilgimiz yoktur. Oğuz, bazı metinlerde Mete Han’a bağlanır, fakat bu adın genellikle bir boy adı olduğu kabul edilir. Bu saptamalar, bir toplumun, ırkın, milletin kendisini var etmek için kurguladığı kuruluş efsaneleri için özellikle geçerlidir. Efsaneler zaman içinde somut olaylarla buluşup destan haline de gelebilirler. Yani, efsaneler belli bir tarih dilimi içinde yaratılıp son hallerini alıvermez, kendilerini yeniden yeniden üretip, zamanın tümünü kapsarlar. Ergenekon Efsanesi de öyle oluşmuş, zaman içinde içerik, hatta nitelik değiştirerek destansı bir hava kazanmıştır.

Yine de konuyu biraz derinleştirmemizde yarar var. Bugünkü bilgilerimizin ham bilgiler olduğunu görüyoruz. Ergenekon Efsanesinin tek boyutlu bir efsane olmadığı, Türklerin Kurttan Türeyiş Efsanesi ile bir bütün oluşturduğu anlaşılıyor. Efsane, bizim İslamiyet öncesi kültürümüze dayanıyor. İlk anlatımı bulmak için Çin kaynaklarına kadar gitmeliyiz.

Çin kaynaklarında anlatılan efsane şu: Hunlar komşu kavimler tarafından yok edildi. Sağ kalan on yaşındaki bir çocuğu da kollarını ve ayaklarını kesip bir bataklığa attılar. Dişi bir kurt onu sahiplendi, doyurdu ve dağların kuşattığı bir bölgeye kaçırdı. Çocuk büyüyüp serpildi ve kurttan on erkek çocukları oldu. Çocuklar büyüdü, kız alıp evlendiler, giderek çoğaldılar ve etrafı dağlarla çevrili bölgeye sığamaz oldular. Onları, bu kapalı alanın dışına, dağları eriterek yol açan bir demirci çıkardı. Sonra eski düşmanlarını yenip bölgeye egemen oldular. (Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, MEB Yayını, İst., 1993, sh. 35-36)

Efsane Uygurlarda da devam ediyor. Fakat bu kez kurt dişi değil erkektir. “Büyük bir Hakan varmış, çok sevdiği üç güzel kızı varmış. Kızlarını insanoğluna değil Tanrıya layık görürmüş. Kızlarını alıp yüce bir dağa götürmüş, burada Tanrıyı bekleyin demiş. Dağın yamaçlarına bir erkek kurt gelmiş, küçük kız onu görünce kanında bir sevgi, bir aşk kaynamış; “Tanrı budur” deyip kurtun yanına gitmiş; birlikte olmuş, birlikte yaşamışlar; soylar türetmişler, soyları ün salmış.”

Bahaeddin Ögel, Göktürk ve Uygur efsaneleri arasındaki dişi kurt- erkek kurt farkını, ana-ata, baba-ata kültürü ile açıklıyor ve Uygur anlatımının daha eski bir kültüre ait olması gerektiğini söylüyor. Çünkü, ona göre, eski Türk mitolojosindeki ana ailesi, Göktürk çağında yerini baba ailesi düzenine bırakmış idi. (Ögel, a.g.e., sh. 22, 32)

Burada bir çelişki sezebiliriz. Ana kültürü tam da Göktürk’lerle mi yerini baba kültürüne bırakıvermiştir? Üstelik Göktürk’lerle Uygurlar arasında uzun bir zaman dilimi yoktur. Hatta Uygurlar, Göktürk Devletini yıkıp, müstakil bir siyasi birlik olarak Göktürk’lerden sonraya kalmıştır. O zaman, Uygurlar niye birdenbire ana kültürüne geri döndüler? Bilemiyoruz, sorgulanmalıdır...

Ama, öyle anlaşılıyor ki, kurt’un Türk mitolojisinde özel bir yeri vardı. Kurt, eski Türkçede böri (börü, börte) olarak anılmaktadır ve Orhun Yazıtlarında, Uygurca belgelerde, Divan-ü Lügat-it Türk’te ve Oğuz Destanında sıkça anılmaktadır. Göktürk hükümdar sülalesi olan Aşına (Asena=kurt) ailesinin atası bir dişi kurt idi. Çin kaynaklarında Türk olmayan kavimleri belirtmek için “kurttan türeyenlerden değildir” açıklaması yapılıyordu. (İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Yayını, İst., 2006, sh. 330-332)

Türeyiş efsanemiz yaygın bir efsanedir. Bu inanç bugün dahi Altay Dağlarında yaşayan bazı kavimlerde, hatta Kamçatka Yarımadasına kadar uzanan bir bölgede devam etmektedir. Attila’nın Avrupa’ya gelişi ile, özellikle Cermenlerde de kurt motifleri görülmüştü. Bilindiği gibi, eski Roma mitolojisinde de bir dişi kurt motifi vardır. (Romus-Romulus.) Ögel Türklerin türeyiş efsanesi ile bu Roma efsanesini kesin çizgilerle birbirlerinden ayırıyor. (Ögel. a.g.e., sh. 27-28) Kafesoğlu ise, bu motifin Ortaasya menşeli olduğu, Etrüskler aracılığıyla Avrupa’ya intikal ettiği görüşündedir. (Kafesoğlu, a.g.e. sh 332)

Efsaneyi Moğolların da benimsediği anlaşılıyor. Jean-Paul Roux’nun anlattığına göre, Cengiz Han (1155-1227) atalarını Börte Çene’ye, yani Bozkurt’a dayandırmaktadır. Gerçi Roux, ona “mavi kurt” diyor. (Jean-Paul Roux, Türklerin Tarihi, Kabalcı Yayını, 3. Basım, İst., 2007, sh. 273) Çevirinin yanlış olduğu ileri sürülebilir. Çünkü, kurtun mavi olmasından ziyade boz olması akla daha yakın görünüyor. Efsanede anılan kurtun eski Türkçedeki adı Kök-Böri’dir. Kök sözcüğü bugünkü Türkçemize (gök=boz) olarak çevrilebileceği gibi doğrudan Gök (yüzü) olarak da çevrilebilir. Çünkü Gök, Gök Tanrıya yollama yapmaktadır ki, efsane açısından bu nokta dikkate değer sayılmalıdır. Kuruluş efsanelerinde Tanrısal bağ önemlidir ve efsanedeki kurt artık bildiğimiz kurt değil, yol gösteren, rehberlik eden soyut bir varlıktır. İlk ata’yı temsil etmektedir.

Türeyiş efsanesi ile Ergenekon Efsanesi arasındaki ilişki bu noktada önem kazanıyor. Bir anlamda, günümüze yansımış olan Ergenekon Efsanesi, aslında Türeyiş Efsanesinin sadece bir ayrıntısı olarak kalıyor.

Nitekim, tarihçilerimiz, Ergenekon Efsanesinin günümüze yansımış olan şekline eleştirel bir gözle bakıyorlar. Bahaeddin Ögel’e göre, Cengiz Han çağında görülen Ergenekon Efsanesi, Göktürklerin türeyiş efsanesinin dejenere edilmiş şeklinden başka birşey değildi . (Ögel, a.g.e., sh. 37) Bu saptamaya, değişik bir ifade ile, Kafesoğlu da katılıyor. Ergenekon Efsanesi Türk edebiyatına Moğollar zamanında tesbit edilen şekliyle intikal etmiştir ve Moğol tarihçisi Reşid-üd- din tarafından Moğollaştırılmış Göktürk Bozkurt Destanından başka birşey değildir.(Kafesoğlu, aynı yerde)

Reşid-üd-Din 1248 Hemedan doğumludur. Babası Musevidir. Muhtemelen, İlhanlı Hükümdarı Olcaytu’nun iktidarı döneminde (1304-1316) islamiyeti kabul edip onun veziri olmuştur. Bugünkü Ergenekon Efsanemiz onun yazdığı ve aslı Moğolca olan Cami-üd-Tevarih adlı esere dayanıyor ki içinde ayrıca Oğuz Destanımız da anlatılmaktadır. (Ayrıca bkz. İslam Ansiklopedisi, Reşid-üd-din Md.)

Özetle, yaratılışı Göktürklere, hatta Hunlara kadar giden, kendisine Çin ve Moğol kaynaklarında da yer bulan, Asya ve Avrupa mitolojilerini de etkileyen Ergenekon Efsanemiz, günümüze epey içerik ve nitelik değiştirerek ulaşmıştır.

Yatıp kalkıp Ergenekon konuştuğumuz şu günlerde belki bu yazı da gündeme bir katkı olur.

13 Haziran 2010 Pazar

Mustafa Muğlalı

25 mayıs günü Van'ın Özalp İlçesinde, Mustafa Muğlalı Kışlasının atış alanında oynarken buldukları mühimmatın patlaması ve bir çocuğumuzun ölümü, diğer beşinin yaralanması ile sonuçlanan olay gerçekten çok acı ve üzücüydü. Ancak, olayın daha vahim bir yönü var.

Mustafa Muğlalı, 1943 yılında 32 Özalpli vatandaşımızı sorgusuz, sualsiz, yargılamasız kurşuna dizdirmiş olan generaldir. Yargılanmış, mahkum olmuştur. Konu hem o zaman hem daha sonra mecliste, basında, akademik çevrelerde defalarca görüşülmüş, tartışılmış, resmi, gayriresmi raporlara konu olmuştur.

1978-1979 yılları arasında Van”da valilik yaptım. Muğlalı olayı, halkın bilincinde, daha dün gerçekleşmiş kadar tazeydi. Muğlalı adı, en küçüğünden en yaşlısına kadar, herkes tarafından ezbere biliniyordu. Sonradan öğrendim ki, sanki o uğursuz olay hep taze kalsın diyerek oradaki kışlaya Mustafa Muğlalı adı verilmiş. Kimin, kimlerin, hangi mantıkla verdiğini anlayamadığım bu karar ne çağdaş bir devlet anlayışıyla, ne hukukla, ne de vicdanla bağdaşıyor.

22 Haziran 2009 tarihli gazete haberlerine göre, Özalp Belediye Başkanı Murat Durmaz, bu kışlanın karşısına 1943 olayında hayatını kaybedenler için bir anıt yapılmasını düşündüklerini söylemişti. Ertuğrul Özkök, Hürriyet Gazetesindeki 3 Ağustos 2009 tarihli köşesinde, Belediye Başkanına itidal tavsiye ediyor ve "geçmişi yeniden anmanın" anlamsızlığı üzerinde duruyordu. Fakat, kışlaya Mustafa Muğlalı adını verenler hakkında en küçük bir imada bulunmuyordu.

Acıdır... Son olayla öğrendik ki, kışlanın adı hala değiştirilmiş değildir...

Kışlanın adı süratle değiştirilmelidir.

12 Haziran 2010 Cumartesi

Havada Uçuşan Kavramlar

Havada Uçuşan Kavramlar


Öncelikli sorunumuzun kavramlar üzerindeki kargaşadan kaynaklandığını düşünüyorum.

Aynı anlayış çerçevesinde buluşmaları çok doğal sayılabilecek dost tartışmalarına tanık oldukça farkettiğim bir durum bu. Aynı görüşü, tezi savunuyorlar, fakat kullandıkları kavramlar bir diğerinin beyninde değişik algılamalar yaratıyor. O nedenle tartışmalar bir türlü bitmiyor.

Büyük bir ihtimalle, ben de kendi dostlarımı, aynı kavramlar kargaşası nedeniyle anlayamıyorum ve böylesi kestirmeden bir yargıya varıveriyorum. Bilinemez...

Kitabıma ad olarak seçtiğim Türk Devlet İdeolojisi deyimini Devlet Anlayışımız, Devlet Geleneğimiz, Yönetim Anlayışımız, Hayat Görüşümüz gibi deyimlerle de karşılayabilirdim. Devlet sözcüğü yerine siyaset sözcüğünü kullanabilir, anlayışımız yerine kültürümüz diyebilirdim. Aynı olgunun değişik ifade biçimleri imiş gibi görünen bu farklı deyimler dahi konunun ne kadar karmaşık ve yeni sorulara/sorunlara gebe olduğunu gösteriyor.

Devlet nedir? Siyaset, yönetim nedir? Milli hakimiyet, ulusal egemenlik aynı içeriğe mi sahipler? Atatürkçülük ile kemalizm, milliyetçilik ile ulusalcılık özdeş kavramlar mıdır? Milli İrade meclis çoğunluğunun iradesi midir; öyle ise, azınlığın iradesi gayrımilli mi sayılmalıdır? Meşruiyet kavramı ile bu öncekiler ne zaman, nasıl, nerede buluşur? Bu kavramlar “Türk” parantezine alınabilir mi? Hükümet kuran bir siyasi grup hükmetme yetkisini gerçekten kazanmış olur mu? Siyaseten hükmeden kişi-grup iktidar da olmuş, yani artık muktedir sayılabilir mi? Muktedir ise neye, kime/kimlere yöneliktir o kişi ya da grubun bu niteliği?

Garplılaşma, batılılaşma, modernleşme, muasır medeniyet, çağdaş uygarlık kavramları aynı içeriğe mi sahipler? Millet, ümmet, ulus, halk... yurt, yurttaş, vatan, vatandaş?..

Hürriyet, özgürlük, bağımsızlık, serbesti... istiklal... istiklal-i tam kavramları arasındaki bağlantı sadece dile ilişkin bir bağlantı mıdır?

1919-1923 dönemini Kurtuluş Savaşı olarak mı, yoksa İstiklal Savaşı olarak mı anmalıyız? Ya da Milli Mücadele mi demeliyiz? Bu deyimlerin referansları arasında birebir uyum var mıdır?

Aynı tarihsel olayı, ihtilal, inkılap, devrim, darbe gibi -eşanlamlı imiş gibi görünen- sözcüklerle ifade eden değişik kişilerin o olayı, ortak bir yoruma varacak biçimde değerlendirmeleri mümkün müdür?

Türkçü, turancı, ırkçı, şoven, milliyetçi, ulusalcı, ittihatçı, kuvvacı, jakoben, Atatürkçü, kemalist, laik, laikçi... Solcu, sağcı, merkez sağcı, merkez solcu... İlerici, devrimci, inkılapçı, ihtilalci... Demokrat, liberal, sol liberal, sağ liberal, cumhuriyetçi, ikinci cumhuriyetçi... Muhafazakar, tutucu, mutaassıp, mütedeyyin, dinci, islamcı, şeriatçı, gerici, mürteci...

Bu kavramlardan/nitelemelerden bir kısmının, zaman içinde isim değiştirmekle birlikte, benzer anlamlar taşıyacak biçimde kullanıldığı doğrudur. Fakat önemli bir kısmının, aynı anlamı ifade ediyor gibi görünmesine rağmen, yine zaman içinde, değişik bir içerik ve anlam kazandığı da doğru görünüyor. Daha ilginci, aynı zaman dilimi içinde bile değişik içerik ve anlamlarla algılanır olabiliyorlar. Kimin/hangi grubun, ne zaman, hangi olay/lar karşısında, hangi gerekçelerle, hangi kavramı hangi anlamda kullandığını anlamak artık gerçekten mümkün değilse bile çok güçleşmiştir.

Kavramlar, içleri genel kabul görecek biçimde doldurulmadığı sürece her siyasi anlayışa hizmet edebiliyor.

19. yüzyılın ilk yarısında Reşit Paşa cumhuriyetçi olmakla suçlanabiliyordu. Serasker Damat Sait Paşa sultana giderek bu adam ilan-ı cumhuriyet edecek, saltanatın elden gidiyor diyebiliyordu. Mithat Paşa, cumhuriyetin ilanını planlamakla suçlanabiliyordu. 2. Abdülhamid’in Hatıra Defterinde benzer yorumlar var. Abdülhamid, Mithat Paşa’nın hanedanı devirmek ve yerine kendisi geçmek fikrinde olduğunu yazıyor ve bir akşam Al-i Osman’ın yerine Al-i Mithat gelse ne lazım gelir dediğini anlatıyor. Bernard Lewis, bu tür nitelemelerin bugünkü anlamıyla bir cumhuriyeti içermesinin muhtemel olmadığını, anayasal bir monarşi kastedilmiş olabileceğini söylüyor. Bu yorum inandırıcıdır. Çünkü, 1924 yılına kadar saltanatın ilgasına ilişkin ciddi bir fikir akımı göremiyoruz. Birkaç aydının kafasında ise, dile getirilmesi henüz erken ve tehlikeli bir özlemdir. Ağırlıklı siyasi fikir akımları, saltanatın, meşruti bir monarşi kurularak ihyasına, yani “devletin ihyasına” yöneliktir. Demek oluyor ki, cumhuriyetin ilanı öncesinde, öncelikli niyetleri devleti kurtarmak olan kişiler cumhuriyetçi olmakla suçlanabiliyordu.

Oysa bugün biliyoruz ki, cumhuriyet kavramı içi doldurulmadığı sürece fazla bir anlam taşımıyor. İngiltere’de cumhuriyet yok, ama İran’da var...

Hürriyet sözcüğünün de benzer bir macerası var: Hurriya, Arapçada köle olmayanları anlatan bir kavramdı. Bugünkü anlamına yakınlık kurulabilir, fakat o dönemde siyasi bir içeriği yoktu. Ama, bugün hürriyet karşılığı olarak kullandığımız özgürlük ile 1930’ların serbesti kavramları herhalde birebir aynı anlama gelmiyordu. Hatta, bugün için, hürriyet kavramının özgürlük kavramından farklı bir içerik kazandığını da ileri sürebiliriz. Hürriyeti siyasi bir içerikle, özgürlük kavramını ise siyaset dışı bir açıdan bakarak kişi hak ve özgürlükleri içeriğiyle yorumlayabiliriz. İstiklal kavramı için de geçerli bu tür kavramlar kayması. Örneğin Osmanlı yönetiminde taşraya gönderilen vali ve paşalara verilen geniş yetkilere istiklal vermek deniyordu.

Çoğu kez, belli sözcüklerle ifade edilen kavramları algılama açısından yönetilenlerle yönetenler arasında da farklılıklar olabiliyor. Örneğin, millet ve vatan sözcükleri 19. yüzyıl boyunca yeni içerikler kazandıkları gibi halkın anlayışıyla resmi kullanımın her zaman aynı olamayacağı gerçeğinden hareketle belli bir belirsizliği de taşıyorlardı.

Öteki dillerde bunca geniş bir “siyaset dili yelpazesi” olduğunu sanmıyorum. Ne var ki, bu genişliğin, bizi, sadece siyasal yaşamımızda değil, güncel yaşantımızda da ciddi surette “birbirlerini anlamaz insanlar” konumuna düşürdüğünü sanıyorum.

Kavramlar arasındaki karmaşanın dilimizin yetersizliği ile açıklanması mümkündür. Bu görüşe katılmıyorum. Bugünkü karmaşanın büyük ölçüde “bililtizam” (bilerek, kasten) yaratıldığı kanısındayım. İleride açıklamaya çalışacağım gibi, kavramlar karmaşası, bir ideolojik yönlendirme ile oluşmaktadır.

9 Haziran 2010 Çarşamba

Türk Devlet İdeolojisi

Türk Devlet İdeolojisine Giriş


Bizim “devlet” diye andığımız kutsal, üstün, kavrayıcı güç, iradesini, siyaset bilimcilerin adına "ideoloji" dediği bir manivela ile kullanıyor. Beyinlerimizi, gönüllerimizi sarmalayıp güden o maniveladır. Bu ideoloji, başına başka bir sıfat takmadığımız sürece öteki ideolojilerden hiç de farklı görünmez. Ama bizimkini Türk Devlet İdeolojisi diye nitelemenin, bu kitapta savunulacak görüşleri daha iyi anlatabilme açısından pratik bir yarar sağlayacağını düşünüyorum. Bu niteleme, onu öteki devlet ideolojilerinden sadece "millîlik" parantezine alarak ayırmayı amaçlamıyor. Bunun çok ötesinde, ötekilerle bizimki arasında bir nitelik farkı bulunduğunu vurgulamayı amaçlıyor.

Önemli gördüğüm bir diğer nokta da şu: Türk Devlet İdeolojisi deyimini, siyasî literatürümüzde genellikle birbirinden bağımsız ideolojik sistemler olarak gösterilen Türkçülük, Osmanlıcılık, İslamcılık, Turancılık, Kemalizm, Jön Türkçülük, İttihat Terakkicilik... gibi diğer "alt" düşünce ve eylem biçimlerini de içeren/kapsayan bir “ideolojik sistem” olarak algılamayı öneriyorum.

Bütün bu düşünce ve eylem biçimleri arasında gerçekten niteliğe ilişkinmiş gibi görünen büyük farklılıklar da bulunur. Örneğin Osmanlıcılık ve Jön Türk İdeolojisinde laiklik-cumhuriyetçilik yoktur; turancılıkta Misak-ı Milli anlayışı yoktur vb... Ancak son tahlilde, bunların hepsinin de bir tek anlayışın (ideolojinin) değişik aşamalarını, daha doğrusu bir tek ideolojinin değişik tarihsel dönemlerdeki değişik görünümlerini, "tecelli" biçimlerini yansıttıklarını düşünüyorum.

Asıl belirleyici olan her zaman için Türk Devlet İdeolojisi olmuştur. Temelde hepsi de devletin kutsallığı noktasından hareket ederler.

Notlarımda her zaman Türk Devlet İdeolojisi deyimini kullanmıyorum. Yerine göre yönetim anlayışımız, dünya görüşümüz dediğim oluyor. Hatta yeri gelmişse, hükümet, parlamento, bürokrat, memur, asker, polis, sivil toplum, bakkal, şoför, işçi filan dediğim de oluyor ona. Çünkü, genel, kapsayıcı bir anlayıştan, yaşamımızın tüm alanlarını belirleyen bir algılama tarzından söz ediyorum.



Sorular

Aslında konuya sorular sorularak girilmesi daha uygun olacak... Çünkü soru yoksa cevap da yoktur diye düşünüyorum. O nedenle, bu kitap cevap aramaktan ziyade soru sormak üzerine kurulu olacaktır. Hele, ele aldığım konu ideoloji kavramıdır ki, bu kavram, tanımı gereği, “kesin cevapları içinde zaten barındırdığı” iddiasındadır. Kesin cevapları olan bir sistemi ancak sorular sorarak irdeleyebiliriz.

Bize özgü bir yönetim anlayışımız var mıdır? Varsa, bu anlayış bize özgü bir hayat görüşü ve buna bağlı olarak bir siyasal kültür yaratmış mıdır? “Olmazsa olmaz” gördüğü temel değerleri var mıdır? Varsa bunlar nelerdir? Tarihsel gelişimi nasıl olmuştur? Giderek bir ideoloji haline nasıl gelmiştir? Toplumsal hayatımızın ne kadarını kapsamakta, ne kadarını yönetmektedir? Devlet kavramı ile, örneğin aile, dernek, sivil toplum... kavramları arasında nasıl bir bağlantı vardır? Devlet kavramı pratiğe, güncel yaşama nasıl yansımaktadır? Bunlar arasındaki uyum ya da çelişme hangi nedene/anlayışa bağlı olarak oluşmaktadır?

Siyasal hayatımızın belli dönemlerine ilişkin bazı somut sorular da sorulabilir...

Yeni Osmanlılar, Jön Türkler, Tanzimat, Islahat, Meşrutiyetler... İttihat Terakki, Hürriyet ve İtilaf, Terakkiperver, Ahrar, 1920 TBMM’indeki birinci grup, ikinci grup... Serbest Fırka... Arada sol eğilimli arayışlar... 1950 sonrası... 1960, 1971, 1980, 1997, 2002 ve sonrası... Bütün bunlar ana damar olarak nitelediğim Türk Devlet İdeolojisi içinde nereye oturtulabilir?

Cumhuriyet, bir dönemin ütopyası mı idi? Nasıl oldu da gerçeklik kazandı? Sonradan bir ideoloji haline dönüştü mü? Yoksa kültürümüzün içinde, bir yaşam biçimi olarak zaten var mı idi? Tarihimiz itibariyle biraz gecikerek gündeme gelen demokrasi kavramı bu genel resmin içinde nereye oturuyor?

CHP’nin altıoku, MHP’nin dokuz ışığı, Milli Nizam ve devamının milli görüşü ve adil düzeni hangi kültürel-ideolojik bağlamda yorumlanmalı?

Bunlar birer alt ideoloji olarak mı, birer ara ideoloji olarak mı ele alınmalı? İçlerinde karşıt ideolojiler de mi barındırıyor idiler? Yoksa Türk Devlet İdeolojisi’nin birer “uzantısı” mı idiler? (Bu “uzantı” nitelemesini, ileride “uydu” ya da “ara” ideoloji olarak anacağım.)

Doğulu muyuz, batılı mı? İslam kültürü bizim yönetim anlayışımızı ne ölçüde etkilemiştir? Öteki islam ülkelerinden hangi niteliklerimizle, ideolojik-kültürel özelliklerimizle farklılaşıyoruz? Yoksa, bizim yönetim anlayışımız (devlet ideolojimiz) sentez yetenekli bir niteliğe mi sahip?

Sorular çoğaltılabilir.

Bana öyle geliyor ki, bu tür sorulara cevap verebilirsek, hiç değilse düz vatandaş olarak güncel siyasetimizi izlerken karşımıza çıkıveren Avrupa Birliği, Kürt, Ermeni, Alevi Açılımı... gibi konularda daha kolay karar verebiliriz. Daha basit yürüyen tartışmalardaki yerimizi daha kolay bulabiliriz. “Ergenekon’un savcısıyım, avukatıyım”, “Bu memleket için silah atanı da yiyeni de kutsarım”, “iki kıçıkırık roman yazmış adam devletimi eleştiremez”, “devletime küfrettirmem arkadaş” türünden basitliklere düşmeyiz. Nobel ödülü kazanmış bir romancımızla birlikte övünebilir, hayatı boyunca kardeşliği önermiş bir Ermeni vatandaşımızın katline birlikte ağıt yakabiliriz.