10 Aralık 2011 Cumartesi

Tarih, Bilim ve Mülkiye

Epey yaşadıktan sonra öğrendim ki, bize lise çağlarımızda öğretilen fizik, 1900’lerden itibaren bütünüyle değişmeye yüz tutmuş. Newton fiziğinin determinist anlayışı altüst olmuş. Bize sadece adı öğretilen Einstein bu yeni anlayışın doğmasına katkıda bulunmuş bulunmasına, velakin o bile “Tanrı zar atmaz” diyerek bu yeni anlayışa karşı çıkmış.Yeni yeni fizikçiler türemiş. Meğer dünya o kadar da kolay bilinemezmiş. Kuantum fiziği böyle diyormuş. Bu arada bilimin tanımı da değişmiş. Bilim, yüzyıldır kesin oldukları savunulan doğrular üzerine değil, aksi savunulabilen tezler üzerine inşa ediliyormuş.

Benim lise hocalarım bu gelişmeden habersiz mi idiler? Neden bizlere kesin bilimsel yasalardan söz etmeyi sürdürdüler? Bizim aldığımız eğitim, “bilim nedir?” sorusuna verilegelen cevapları neden duymazdan geldi?

Benim kuşağım açısından, bu ihmalin mantıklı bir açıklaması var. Yeni bir devlet kurmanın, yeni bir ulus yaratmanın, Cumhuriyet ilan etmenin, ardından devrimleri gerçekleştirmenin tek yolu bilimin katı determinizmine bağlanmak en akılcı yoldu da onun için. Sorunlarımız somuttu ve çözüm için somut reçeteler gerekirdi. Mutlaklığı tartışmalı yeni bilim anlayışı gündemdeki somut sorunları çözemezdi. O yüzden, bilimin tanımı 1900’lerden itibaren indeterminist bir doğrultuda gelişedursun, biz bilimsel kesinliği baş tacı eden pozitivist bir anlayışa olan bağlılığımızı devam ettirmek zorundaydık. Pozitivizm, deney ve gözlem dışında kalan, ölçülemeyen hiçbir sebep - sonuç ilişkisini kabul etmiyordu. Yeni bir devlet, yeni bir ulus yaratmak için bilinemez bir dünya açıklaması yerine kesinkes bilinir bir dünya açıklaması gerekiyordu. Bu durumda yeninin indeterminist dünyası ihmal edilmeli, geleceğimiz pozitivizmin kesin açıklamalarına dayandırılmalı idi. Toplumun daha iyi düzeylere taşınması ancak böyle mümkün olabilirdi.

Olayın felsefi derinliği de vardı elbet. Aristo mantığı, yaptığımız seçimi destekliyordu. Bir şey aynı zamanda iki şey olamazdı, aynı anda iki ayrı yerde bulunamazdı, hem bu- hem o olamazdı. Ya ak ya kara vardı... Doğru ve yanlış, iyi ve kötü, güzel ve çirkin, gerçek ve batıl vardı. Oluşum halindeki bir toplumun ya ölüm ya kalım yolunu seçmesi çok doğaldı. Tanzimat, Meşrutiyetler ve Cumhuriyet kuşakları kesin doğrunun peşinde koşmak zorunda idiler. Yeni Osmanlıların, Jön Türklerin, İttihat Terakkicilerin, Cumhuriyet aydınlarının Ogüst Comte sosyolojisini benimsemeleri, çoğunun kesinci düşünce ve eylem adamlarını okuyup örnek almaları bir rastlantı değildi. Hayatta en hakiki mürşit ilim olmalıydı.

Bu mantık, hiç değilse 1950’lere kadar geçerli bir mantık gibi görünüyor. Ama son elli yıl, yani artık Cumhuriyet kurulduktan, devrimler yerine oturduktan sonra da devam etmesini anlamak zor. Fakat durum hala bu ise, o zaman oturup derin derin düşünmemiz gerekiyor.

Şunu seziyorum: Pozitivist dünya açıklaması, sonraki yıllarda, bizim bireysel ve toplumsal dinamizmimizi öylesine esir aldı ki, bizler artık verili bilim dışında hiçbir şeyi merak etmeyen, soru sormayı gereksiz sayan, zaten var olan kesin cevapları da zaten bilen, değilse de bir bilen üstada danışan insanlar haline geldik. Üstad bazen şeyh, bazen falanca TV kanalı, bazen partimizin başkanı oldu... Bireyler kayboldu!...

Niye soru soracaksınız ki? Zaten her şey, siz bilmeseniz de biliniyor. Sizin yeni yeni bilgiler, tezler, görüşler icad etmenize, beyninizi ayrıca yormanıza gerek yok ki! Dahası, böyle bir çaba, mutlak doğruları kurcalayıp dejenere ettiğiniz anlamına da gelebilir ki bayağı tehlikelidir. Susacaksınız, size öğretilenleri ezberleyeceksiniz; iyice sıkışırsanız hemen bir üstada koşacaksınız. Bu yöntem sadece pozitif bilimler için değil, hatta daha çok sosyal bilimler için geçerli. Sonuçta, içtihat kapılarını açmak üzere yola çıkmış olan bir modernleşme süreci, kendi dışına kapı kapayacak hale geldi. Bir trajedi imiş gibi görünen bu çelişkiye günlük yaşamımızda sık sık tanık oluyoruz. Ya ak olanı seçmeliyiz ya kara olanı; arada başka seçenek -gri bile- göremez oldu beyinlerimiz. Öteki renkler ise hepten ayrıntıdır, ha var ha yokturlar.

Liseden sonra Mülkiyede aldığımız eğitimin mantığı da bu minval üzre mi kurulmuş idi? Sanırım ana hatları itibariyle öyle idi. Gerçi, Mülkiye, kimbilir, belki, öteki eğitim kurumlarına kıyasla, biraz daha geniş açılı bir eğitim veriyordu, farklı görüşlere biraz daha hoşgörülü idi. Ama bu, onunla ötekiler arasında bir nitelik değil, sadece bir nicelik farkı olarak beliriyordu. Bunun nedenini tam olarak kestirebilmiş değilim. Şimdi birkaç açıklama girişiminde bulunacağım:

İlk açıklamam, okulumu öteki okullardan farklı görme içgüdümle ilgili olmalıdır.

Bir başka açıklama, Mülkiyenin batılılaşma hareketlerimize denk düşen kuruluş tarihi ile ilgili. Bu noktada bir çelişkiye düşmek istemem. Çünkü daha önce dediğim gibi, bizim batılılaşma çabalarımız pozitivizmin, yani katı bilimselciliğin tam da göbeğinde yeşermiştir. Böyle olunca, eğitim sistemimizde eleştirdiğim sorgusuz sualsiz kabullenme eğiliminin Mülkiye için de geçerli olması gerekir. Mülkiyenin böylesi bir katı özü içinde hala barındırdığını düşünüyorum. Ama, öte yandan, 19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın ilk çeyreği, sıkısıkıya kapatılmış olan içtihat kapılarının da zorlandığı yıllar olmuştur. Mülkiye, böylesi bir ilerici potansiyel ile de tanışmak durumunda idi. Özetle, Tanzimatla başlayıp Cumhuriyetle devam eden ve sosyolojik anlamda devrimci sayılması gereken bir anlayışın içinde doğup büyüdü. Yani, paradoksal biçimde, birbirlerine zıt iki anlayışı birlikte yaşadı.

Çizmeye çalıştığım bu genel resim, aynı tarihsel ortamda kurulmuş olan Mühendis, Tıbbiye, Harbiye, Sanayii Nefise... mektepleri için de geçerli olmalıdır. Ancak, örneğin Boğaziçi ve Ortadoğu Teknik Üniversitelerini bu resme dahil edemiyorum. Onlar, batılılaşma çabalarımızın değişik bir perspektif içinden algılanmaya başlandığı sonraki dönemin birer ürünü olarak görünüyorlar. Bu saptama, bu okulların tarihsel süreç içinde üstlendikleri olumlu misyonu kesinlikle gözardı etmiyor elbette.

Aklıma şunlar da geliyor: Örneğin, kamu kesiminde görev almış olan Mülkiyelileri -ve o resme dahil ettiğim öteki mekteplileri- katı eğitim sistemimizin öğretilerini daha kolay hazmeder halde görüyorum. Onlar daha kestirmeden, ak-kara kestirmesinden gidiyorlar; ülkeyi daha kolay "kurtarabiliyorlar"; sorgulamalara karşı daha az hoşgörülüler. Oysa özel kesimde görev almış olanlar geniş düşünmeyi, alçak gönüllü olmayı, soru sormayı, cevap aramayı daha iyi beceriyorlar. Bu da belki, hani o demin dünyayı değişik bir perspektif içinden gördüklerini söylediğim yeni okulluların etkisiyle oluyordur. Çünkü biz eski mektepliler devlet için yetiştirildik. Okullular ise devletin nisbeten rahatladığı dönemin öğrencileri.

Açıklamalarım yeterli değil, biliyorum. Demek ki bir olguyu birkaç nedene indirgeyerek açıklamak mümkün değil. Zaten niyetim kesin cevaplar bulmak değil, sadece soru sormak.

Ama ben Mülkiyeyi, cevaplarını bulamamış olsam da, bana bu tür soruları sormayı öğrettiği için giderek daha çok seviyorum...

8 Aralık 2011 Perşembe

Yurt ve Vatan Kavramları Üzerine

Toprak, Mülk, Yurt, Vatan


Üzerinde yaşanılan toprak parçası anlamında kullandığımız değişik sözcükler var. Ülke, memleket, mülk, yurt, vatan gibi. Bu sözcükler, tarihin değişik aşamalarında birbirlerinden çok farklı coğrafi, ama daha önemlisi hukuki ve siyasi içeriklere sahip olabiliyorlar. Zaman içinde hem anlam hem de kapsam değiştirebiliyorlar. Anadolu’yu yurt ediniyoruz ama, bugün anayurt dediğimizde farklı bir coğrafi alanı, Orta Asya’yı anlatmış oluyoruz. Vatan ve anavatan derken de farklı kavramlara atıfta bulunmuş olabiliyoruz. Memleket sözcüğü bir devletin toprağı anlamına geldiği gibi, kişinin doğup büyüdüğü yer anlamına da gelebiliyor. Nereli olduğumuz sorulduğunda Bilecik’li, Van’lı... olduğumuzu söylüyoruz. Ama soruyu bir İngiliz sormuşsa cevabımız Türkiye oluyor.

Bu durumda, kavramların tarihsel -ve tarihten yansıyan dilsel- arkaplanı dikkate alınmadığında birtakım anakronik yorum yanlışlarına düşmemiz mümkün görünüyor. Belli tarihsel olguları toprağa bağlarken bazen belli bir ideolojinin etkisinde kalarak, ama çoğu kez bir tür bilimsellik adına yanlış değerlendirmeler de yapabiliyoruz. Pek çok kavram için geçerli olduğu gibi, toprak, mülk, yurt, vatan vb. kavramları için özellikle geçerli bu. Çünkü bu kavramlar devlet ve millet kavramlarıyla doğrudan ilişkili ve bu ilişki yanlış değerlendirmelere uygun bir zemin oluşturuyor.

Prof. Bahaeddin Ögel, Göktürklerin kullandığı budun sözcüğünü “millet,” il sözcüğünü ise “devlet” sözcüğü ile karşılıyor ve bu sözcüklerin bugünkü modern devlet ve millet anlayışlarını karşılayan gelişmiş deyimler olduğunu söylüyor. Budun ve il sözcüklerini bugün kullandığımız millet ve devlet kavramlarının karşılığı olarak değerlendirirken dikkatli olmamız gerekiyor . İl deyiminin bugünkü modern devlet anlayış ve yapısını değil, daha ziyade siyasi liderin o anda egemen olduğu toprak parçasını ifade ettiğini, budun deyiminin ise o topraklar üzerinde birlikte yaşayan halk topluluğunu ifade ettiğini düşünebiliriz.

Yurt Kavramı

Radikal Gazetesinin 9 Kasım 2008 tarihli Pazar ekinde, Orhan Tekelioğlu imzasıyla “Bir travmanın dizisi: Elveda Rumeli” başlıklı bir yazı yayımlandı. Yazı, TV’de yayımlanan “Elveda Rumeli” adlı diziyi konu alıyordu. Dizi, 1897 Osmanlı -Yunan savaşı sırasında Makedonya’da yaşananları anlatmaktaydı. Tekelioğlu, Makedonları kastederek, dizide ... kendi toprağına sahip olmak isteyen halkların bölücü ve düşman gibi gösterildiklerini, Türklerin ise mazlum millet olarak ele alındığını ileri sürüyor ve bu yaklaşımı kınıyordu. Dizide, tabii ki “bölücülük” teması işlenmiyordu, işlenemezdi de, çünkü bu kavram 1897’de var olmayan bir kavramdı. Ama asıl nokta, kendi toprağına sahip olmak isteyen halklar ifadesinde düğümleniyordu. Yani, Makedonya Makedonların yurdu idi; onlar yurtlarını savunuyorlardı, biz ise işgalci idik demeye getiriliyordu. Bu anlayışın özelikle sol (?!) çevrelerde yaygın olduğunu, daha önce Kıbrıs’ın işgali (?!) konusunda da dile getirildiğini hatırlıyorum.

Makedonya, evet, bugün Makedonların yurdudur. Gerçi, günümüzde bile, Makedonlarla Yunanlılar arasında tartışma konusu olmaktadır; bu noktayı yok sayalım. Ama hikayenin anlatıldığı dönemde, Makedonlar, Arnavutlar, Rumlarla birlikte bizim de yurdumuz olmadığını hangi gerekçeyle açıklayabiliriz? Bütün o bölge, İstanbul bizim yurdumuz olmazdan çok önce bizim de yurdumuz olmamış mıydı? Atatürk oralı değil miydi? Tekelioğlu, ayrıca, Yunanlıların bizim istiklal savaşımızı “Küçük Asya Bozgunu” olarak nitelediklerini ve bu değerlendirmeyi yitirdikleri Anadolu topraklarını düşünerek yaptıklarını anlatıyor. Evet, öyledir; yitirilen topraklar için ağıt yakılması doğaldır. Tamam, fakat, dizinin anlattığı 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı sırasında Makedonya bizim yurdumuz değil idiyse, Batı Anadolu da mı bizim yurdumuz değildi? Selanik bugün bir Türk yurdu değildir, peki, 2. Balkan Savaşında Edirne’yi geri alamamış olsaydık, Edirne’nin bugünkü Selanik’ten, yurt olma anlamında ne farkı kalırdı? İstanbul bugün bir Türk yurdu mudur, değil midir? 93 Harbi (1877-1878) sonunda elden çıkmasına ramak kalmıştı. Tarih öyle gelişseydi ki yalnız Kars Ardahan, Batum değil, İstanbul da yitirilseydi, kim kendi yurdunu yitirmiş olurdu?

Bu örnek ve üzerine yaptığım yorum milliyetçi bir söylemi dile getirdiğim biçiminde algılanabilir. Oysa, niyetim, başarabilirsem, bu değildir. İngiltere’den ve sonra Avrupa’nın, Asya’nın, Afrika’nın değişik topraklarından gelip Amerika kıtasına yerleşenler orada kaldılar. Çünkü orayı yurt edinmek amacıyla yola çıkmışlardı. O toprakları daha önce yurt edinmiş olanlar, yurtlarını bu yeni gelenlerle paylaşmak durumunda kaldılar. Acıdır, ama tarihin gerçeği böyle oluşuyor. Yenilerin, geride bıraktıkları topraklara özlem duyacakları muhakkaktı, fakat bilinçlerinde eski yurtları yenisiyle yer değiştirmişti. Amerika’ya göçmüş bir İngiliz için İngiltere anayurt olabilirdi, ama yeni yurt artık Amerika’ydı. Amerika’ya sonradan göç etmiş bir İtalyan, bir Polonyalı için, hatta bir Meksikalı için de böyleydi durum. Onlar için İtalya, İngiltere, Polonya, Meksika anayurt olmayı sürdürüyor, ama yurt artık Amerika’dır. Aynen Türkmenler için Anadolu’nun ve bir dönemde Balkanların yurt, Orta Asya’nın anayurt olması gibi.

Hiçbir halk bugün yaşadığı toprakların ezeldenberi kendi yurdu, -kendi toprağı, kendi vatanı- olduğunu iddia edemez. Norman ve Sakson istilalarının Avrupa’da yaşayan halkların yurtlarını tarih boyunca nasıl şekilden şekle soktuğunu biliyoruz. İki dünya savaşı sonrasında, Avrupa ve Ortadoğu’da da aynı şey oldu. Günümüzde de bu olgu yaşanıyor. Yahudilerin arz-ı mev’ud (vadedilmiş topraklar) söylemi ancak tarihi yönlendirmeye çalışan dinsel bir anlam taşıyabilir. Gerçi dinsel inançlar da tarihi etkiliyor, ama o dinsel tarih, örneğin bugün Ortadoğu’yu hala yerli yerine oturtamadı. Yurt savunuluyor, fakat başarısız kalınırsa ya yurt olmaktan çıkıyor ya da aynı yurt yeni gelenlerle paylaşılmak zorunda kalınabiliyor.

Yurt, yerleşilmek amacıyla gelinen ve yerleşilebilen yerdir. Milattan üçyüz yıl önce Anadolu’yu aşıp Orta Asyalara kadar giden Büyük İskender’in, 5. yüzyılda Orta Asya’dan kalkıp Avrupa’yı kasıp kavuran Attila’nın, Hz. Muhammed’in ölümü üzerinden elli yıl bile geçmeden Bizans kapılarına dayanan Arap ordularının (Eyüp Sultan içlerindedir), 1096 Birinci Haçlı Seferinden itibaren ikiyüzyıl boyunca Mezopotamya’ya kadar bütün doğu coğrafyasını neredeyse mesken edinmiş olan Latinlerin, Anadolu’ya 13-15. yüzyıllarda fiilen hakim olan Moğolların... Anadolu’da niye kalamayıp kendi yurtlarına geri çekildikleri, fakat, örneğin Türkmenlerin nasıl olup da Anadolu’da kalabildikleri açıklanması gereken bir sorudur.

Tarih kitapları Osmanlı Devletinin genişlemesi olgusunu fetih ve ganimet kavramları çerçevesinde anlatıyor. Bu iki kavram elbette önemlidir. Fakat, fetih ve ganimet biraz önce saydığım öteki Anadolu fatihleri açısından da önemliydi. Ama onlar kalamadı Anadolu’da, Türkmenler kaldı. Niye?.. Türkmenler için yurt, sadece işgal edilip bir süre yönetilecek bir toprak parçası değil, üzerinde oturulup yaşanılacak bir toprak parçası idi de onun için. Orta Asyadan gelişleri yeni bir yurt arayışına yönelikti. Çünkü oradaki yurtlarında geçinemez olmuşlar, hatta yurtlarından kovulmuşlardı. Yukarıda andığım kavimler ise sadece fetih amacıyla gelmişlerdi; fethedip, bir süre yönetip gitmişlerdi. Fethetmeye gelirken kendi kültürlerini kendi ülkelerinde (yurtlarında) bırakmışlardı. Türkmenler ise geldikleri toprakları yurt sayıyor, yani o topraklara yerleşmek niyetiyle geliyorlardı. Bu nedenle, yeni yurtlarına maddi-manevi bütün varlıklarını getiriyorlardı. Aileleri, hayvanları, evleri (çadırları) ve en önemlisi kültürlerini taşıyan uluları da o göç katarı içinde idi. Bu kader, onlar için, Osmanlılardan çok önce, 11. yüzyılın başlarında yazılmıştı. Öncü askeri kuvvetin buralarda tutunduk haberini alır almaz yeni yurtlarına doğru yürüyorlardı. İskender, Araplar, Haçlılar, Moğollar Anadolu’ya yabancı kaldılar, çünkü sadece ordularıyla fethedip yönetmek için gelmişlerdi. Oysa Türkmenler bütün varlıklarıyla, kültür dünyaları ile büsbütün geldiler yeni yurtlarına. Ve o yeni yurtlarını aynı toprakların eski sakinleriyle paylaştılar. Türkmenlerle yukarıda saydığım kavimler arasındaki ciddi fark budur. Yurt, belli bir topluluğun tüm varlığı ile benimsediği toprak parçasına ad olan bir kavramdı. Yurt kavramı, Türkmenler açısından varoluşla ilgili (ontolojik) bir kavramdı.

Peki, Türkmenlerin yönü niye Anadolu idi? Türkmen göçünün başladığı yıllarda Anadolu yoğun bir nüfusa sahip değildi. Geniş ve verimli toprakları vardı. Türkmenler burada geleneksel yaşam tarzlarını sürdürebildiler. Çevreye uyum konusunda fazlaca bir zorluk yaşamadılar. Oysa, Arap ülkelerinde ve orta ve güney İran’da bu rahatlık yoktu. Türkmenler, yeni yurtta ortaklaşa yaşama konusunda bölge halkıyla, dili ve dini hiç sorun etmeden, karşılıklı evlenmeler yoluyla kolayca kaynaştılar. Çünkü varolmaları büyük ölçüde böylesi bir senkretist ve simbiyotik bir anlayış ile gerçekleşebilirdi. Bu anlayış iledir ki, Türkmenler, yerleştikleri topraklara kendilerinden önce verilmiş olan yer adlarını dahi değiştirmediler. Fetihten sonra eski yer isimlerinin varlıklarını şaşırtıcı ölçüde koruması , fethedilen toprakların yerel kültürünün sonraki gelişmeler içinde önemli bir unsur olarak yerini koruduğunun kanıtıdır. (Cumhuriyet ideolojisi bu anlayışı bırakmıştır. Bu konu milliyetçilik başlığı altında ayrıca anlatılacak. )

Bugünden geriye bakılarak, madem öyle, o zaman Suriye’de, Arabistanda, Irak’ta, Mısır’da, Kuzey Afrika’da ve Avrupa’da niye kalıcı olamadık¬ diye sorulabilir. Çünkü oralara yerleşmek amacıyla değil, yerleşmek niyetiyle gelip yerleştiğimiz bölgeleri korumak için gitmiştik. Anadolu Selçuklu Devleti bir Anadolu devleti olarak kaldı. Osmanlı Devleti ise, İstanbul’un fethinden itibaren bir imparatorluk olma yolundaydı; batısını ve doğusunu güvence altına almak, o bölgeleri de kendi denetimi altında tutmak, özetle artık fethetmek zorunda idi.

Türkmenler açısından tarihin bir aşaması imparatorluğun fetih dönemine girmesi ile bitti. Sonraki dönem, yurt kavramının artık bir başka bağlamda ele alınmasını gerektiriyordu. İlk aşamada sosyoloji ve ekonomi (yaşam mücadelesi=yurt) gündemdeydi; ama tarihsel gelişmenin sonraki aşaması, devlet kavramını öne çıkardı. Bugüne yansıyan sorun da o zaman başladı.

İskan Politikaları

Fetihlerin zorunlu iskan politikalarını beraberinde getirmesi kaçınılmazdı. Fethedilen yeni topraklara, bir tür güvenlik önlemi olarak, iç bölgelerden insan aktarılması gerekiyordu. Yeni topraklara göç ettirilme konusunda, evlad-ı fatihan açısından bir gönüllülük söz konusu olsa da, çoğunluk açısından bunun adı artık yurttan koparılmak idi. Yönetim anlayışı (devlet ideolojisi) bu yurttan koparılmayı meşru gösterme yolunu buldu: Uygulamanın adı fethedilen toprakların şenlendirilmesi olacaktı. Bu amaçla birtakım özendirme yöntemleri kullanılacak, göç edenlere bedava arazi, askerlikten ve vergiden muafiyet gibi ayrıcalıklar tanınacaktır.

Yurttan kopma - koparılma 18. yüzyılın sonlarından itibaren tersine bir göç hareketine dönüştü. Bu kez kaybedilen topraklardan Anadolu’ya doğru yoğun bir akın söz konusu oldu. 1768-1774, 1829, 1854-1856, 1877-1878, 1897, 1914- 1918 yıllarında, Balkanlardan, Kırım’dan, Kafkasya’dan yüzbinlerce Türk / Müslüman bu kez Anadolu’ya doğru aktı. Artık beylikler, sultanlıklar, devletlikler döneminde değildik. İmparatorluklar çağıydı. Bu dönemde yurttan koparılmanın ilginç bir özelliği vardı. Sınır bölgelerinin “sadık unsurlarla” doldurulması, bir tür “etnisite mühendisliği” uygulanması gerekiyordu. Durum, özellikle Osmanlı ile Rusya arasında, adeta bir “nüfus savaşı”na dönüşmüştü. Gelenler, Müslüman nüfusun artırılması amacıyla Hıristiyan nüfusun fazla olduğu bölgelere yerleştirildi. Abdülhamid, 1888 tarihinde, ...” bazı vilayat-ı şahanede islam nüfusunun çoğaltılması için... Kafkas muhacirlerinin Erzurum, Van ve Hakkari vilayetlerindeki arazilere yerleştirilmelerini” emrediyordu. Aynı amaçla, bir kısım Kafkas göçmeni de batı ve güney Anadolu’da Hıristiyan nüfusun yoğun olduğu bölgelere yerleştirildi. 1897 yılında, Müslümanların Osmanlı topraklarına göçünü teşvik için özel bir muhacir komisyonu kurulmuştu. Ulus-devlet anlayışına doğru bir evrim (?) gerçekleşiyordu. Yurt kavramını artık yurtlaşmak isteyen toplumların kendi tercihleri değil, tepeden zorlatan bir güç, devlet belirliyordu. Milli Mücadele sonunda yeni bir “mübadele” yaşanacaktır. Tarihten gelen bu zorlamanın Anadolu’yu tedirgin ve mutsuz ettiği kesindir. Çünkü resmin bütünü içinde aynı acıları, Türklerle birlikte aynı yurdu yüzyıllar boyu paylaşagelen Rumlar, Ermeniler, Kürtler, Süryaniler... de yaşadılar.

Zorunlu göçlerin,(muhaceretin) devletin güvenliğine yönelik pratik yorumu yanında, bir de islami yorumu. Ama bu islami yorum, (hicret teorisi) pratiğin ağır baskısı altında sık sık ihmal edildi. Bir başka deyişle, pratik teoriye galebe çaldı. Bunu vatan kavramı çerçevesinde açıklamaya çalışayım, çünkü içinde dini ögeler de bulunacak.

Vatan Kavramı

Iduk kavramı: kutsal vatan, toprak ... kafesoğlu 236, 237... (114 nolu dipnot. Ve sh. 303

İslami anlayış içinde, bugünkü içeriğiyle değilse de, vatan sözcüğü kullanılmıyor değildi. Vatan ve yurt kavramları şeriatın varlığı ya da yokluğu ile tanımlanıyordu. İslami anlayışa göre vatan şeriatın hüküm sürdüğü yerdi. Vatan sevgisi iman ile ilgili bir kavramdı. Yani, bir hadise göre hubb-ül vatan min-el iman idi. Topraklar Müslümanların egemenliğindeki Dar-ül İslam, Hıristiyanların egemenliğindeki Dar-ül Harp ve Müslümanların yönettiği fakat halkı Hıristiyan olanların yaşadığı Dar-ül Sulh olarak üçe ayrılıyordu. Hicret teorisine göre, toprak Müslüman olmayan bir hükümdarın eline geçtiğinde oradan ayrılıp Müslüman topraklarına yerleşmek gerekirdi.

Gerçekten de, sınırları belirlenmiş bir toprak parçasına karşı oluşması istenen bir sevgi bağının islami anlayışla bağdaştırılması zordu. Nitekim, 11. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya akan Türkmenler açısından, islamın hicret teorisi hiç hüküm ifade etmemiştir. Onlar açısından gittikleri yerlerde yaşayan halkların dinleri ve dilleri hiç önem taşımıyordu. Yeni yaşam alanları bulmaktı amaçları. Geride bıraktıkları yurtları için türküler, ağıtlar yakıyorlardı, ama “yaşasın yeni yurt” demek zorundaydılar. Bu durum, 19. yüzyıldan itibaren, çeşitli askeri yenilgiler sonunda, bu kez de doğudan ve batıdan Anadolu’ya göçmek zorunda kalan gruplar açısından da geçerli görünüyor. Onlar da yurtlarını bir zorunluluk karşısında terk ediyorlardı. Fakat ilginçtir, bu durumda, devlet yöneticileri Hubb-ül vatan min-el iman hadisini yeniden yorumlamak durumunda kaldılar. Hicret teorisi bu kez tersinden yorumlanıyordu. Terkedilen toprakların yöneticileri bu tersine göçü durdurmak için çaba içine girdiler. Örneğin Kafkas Müftüsü Hüseyin Efendi, yurtlarını terketmekte olanları caydırmak için bu hadisi kullandı. İsmail Gaspıralı da aynı yöntemi Kırım göçmenleri için kullanıyordu. Teori, toprak Müslüman olmayan bir hükümdarın eline geçtiğinde oradan ayrılıp Müslüman topraklarına yerleşmek gerekir diyordu, ama yönetim tersini ögütlemek durumunda kalıyordu. Göçler tabii ki devam etti, çünkü halkı yöneten itici güç hala bir vatan arayışından ziyade bir yurt arayışı idi.

Vatan kavramı sonradan doğmuş bir kavram. Yurt kavramının “üzerinde yaşanılacak, geçinilecek” bir toprak parçası anlamına gelmesine karşın, vatan kavramının daha ziyade siyasi bir içeriği var. Bu farktan dolayı, yukarıda anavatan deyimi yerine anayurt deyimini kullandım. Türklerin Anayurdu dediğimizde Orta Asya’yı, fakat Türklerin yurdu dediğimizde Anadolu’yu ifade etmiş oluyoruz. Vatan kavramı oldukça yeni bir kavram. Üzerinde yaşayanların dil, din, tarih, kültür ortaklığına dayalı bir birlikteliği sürdürdüğü toprak parçası anlamını kazanması çok yakın bir geçmişe dayalı. Kavramın özünde, aynı toprak üzerinde belli toplumsal, siyasal, kültürel değerleri paylaşan insanların, içinde yaşadıkları topluma ait oldukları, kimliklerini o aidiyetten aldıkları anlayışı var. Dil, din, tarih, kültür ortaklığı, etnik bir temele oturmayabilir. Önemli olan belli bir toprak parçası üzerinde yaşayanların daha geniş kapsamlı bir ortak yaşama anlayışını kabullenmiş, benimsemiş olmaları. Ulus kavramı da bu kabullenişle oluşuyor. Belli siyasi birlikler, bu anlayışladır ki ulus devlet olarak nitelenebiliyorlar. Toprağın vatan ve üzerinde yaşayan halkların ulus (millet) haline gelişi batı ve doğu toplumlarında aynı seyri izlemedi. Avrupanın geniş toprak sahibi feodal beyleri merkezi otoriteye karşı birer direnme odağı haline gelebildiler. Bir başka anlatımla, toprak ve üzerinde yaşayan halklar ile merkezi otorite arasında bir ayrışma gerçekleşti. Gelişme vatan kavramına doğruydu. Oysa doğuda, topraklar siyasi iktidarın mülkü olma niteliklerini korudular. Dolayısıyla, mülk üzerinde yaşayan halklar, topraklarını yurt olarak algılamaya devam ettiler ve merkezi otoriteye tabi, onun bir parçası olarak yaşamak durumunda kaldılar. Bu durum, sanırım, vatan kavramının bizde neden geç vakit oluşabildiğini de açıklar niteliktedir.

Bizde önemli olan yurt idi. Bizde vatan kavramı, 20. yüzyıla kadar siyasal birliğe bağlılığın, sadakatin bir ögesi olmadı. Halkın/halkların öncelikli bağlılığı, üzerinde yaşamakta olduğu, geçimini sağladığı toprak idi. O bağlılığın adı ise yurt idi. Ancak, o yurdu yöneten bir siyasi otorite vardı. Siyasi otorite ile o siyasi otoritenin hükümran olduğu topraklar ve o topraklar üzerinde yaşayan halklar arasında doğrudan bir manevi bağ oluşmadı.

Bağlılık yurda yönelikti. Ama yurdu yöneten bir siyasi güç vardı ve yurt o siyasi gücün denetiminde, daha doğrusu onun sahipliği altında idi. Yani yurt mülk idi. Mülkün sahibi siyasi iktidar (hanedan) idi. Sonunda, yurda bağlılık yurdun sahibi olan siyasi iktidara bağlılık anlamını kazandı. Artık, öncelikli bağlılık - sadakat siyasi birliği temsil eden kişi ya da hanedana ve son tahlilde devlete yönelik oldu. Böyle bir toprak parçasına yurt demeye devam edebilirdik, ama onu vatan olarak nitelememiz için zaman gerekirdi. Yurt kavramı, evet, sınırları sık sık değişiyor olmakla birlikte, belli bir toprak parçasını ifade ediyordu ve o toprak parçasına hem maddi, hem manevi bir bağlılık söz konusu idi. Üzerinde karın doyurulan, o nedenle de sahip çıkılması gereken bir toprak parçası idi o. Ama yurdun vatan olması için devlet sahipliğinden kurtarılıp, özgürleştirilmesi gerekiyordu.

Bu çok kolay olmadı...

Vatan kavramı, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren... islamın iki temel direğiyle, yani inancın mutlak manevi özü ve ümmetin birliği ilkeleriyle çelişiyordu... İslam, ilk dönemlerinde her tür maddi nesneye bağlanmayı ve onunla özdeşleşmeyi putperestliğin bir biçimi olarak görerek reddetti. Örneğin mecelle yazarı Ahmet Cevdet Paşa, vatanı köyün orta yerindeki meydandan ibaret sayan bir müslüman köylü çocuğundan vatan için savaşması istenebilir mi? diye soruyordu. Ahmet Cevdet Paşa, yeni türemiş bir kavramı, “vatan” kavramını eleştiriyordu. Cevdet Paşa’nın ifadesinde mülk ve devlet kavramlarına ağırlık verildiğini sezebiliriz. Soru yurdun savunulması ile ilgili olarak sorulsaydı, cevap herhalde Cevdet Paşa için çok olay olurdu. Çünkü yurt, karın doyurulan toprak parçasının somut adıydı ve fakat vatan soyut bir kavramdı.

Vatan kavramı Namık Kemal tarafından vatan vazifesi ve fedakarlık kavramları temelinde tarif edilecektir. Köylü için vatan kavramı gerçekten de fazla bir anlam taşımıyordu. Aslolan, artık yurtla özdeşleşmiş olan devlet için savaşılması idi. Namık Kemal’in aynı anlayışı, yine mülk ve devlet merkezli bir vazife ve fedakarlık bilinci yaratarak tamamladığını düşünebiliriz. Bugünkü vatan kavramına biraz uzak dursa da, Namık Kemal’in vatan anlayışı ete kemiğe bürünme (çağdaşlaşma) yolundadır. Gerçi, bu kavramın bugünkü anlamını kazanması için tarihsel sürecin bir adım daha ilerlemesi gerekiyor. Fransız İhtilalinin etkisi, imparatorlukların çöküşü, egemenlik sınırlarının giderek küçülmesi ve böylece vatan kavramının artık tanımlanır bir hale gelişi, özellikle Balkanlarda başgösteren milliyetçilik akımları vatan kavramının yeniden tanımlanmasını gerektiriyordu. Namık Kemal, Vatan Yahut Silistre adlı oyununda,vatan kavramını vazife, fedakarlık, sadakat, bağlılık kavramları temeline oturtuyordu. Amaç, doğal olarak, devletin çöküşten kurtarılması idi. Fakat Namık Kemal’in tezi, bu naif hali ile bile, mevcut yöneticileri ve elbette 2. Abdülhamid’i tedirgin eden bir öz barındırıyordu. Çünkü, fedakarlık, sadakat, bağlılık, vazife kavramları, sanki saltanattan (mülkten-devletten) koparılıyor gibiydi. Bu anlayış, Osmanlı Devletini bir bütün olarak ayakta tuttuğu varsayılan geleneksel anlayışa ters düşüyordu. Çünkü, böyle bir anlayış, içinde yeni bir millet ve milliyetçilik tanımını da gizliyordu. Nitekim 20. yüzyılın başlarından itibaren yeni bir vatan ve yeni bir milliyet anlayışı tartışılır oldu. Sebil-ül Reşat ve İslam Mecmuası gibi İslamcı Dergilerle Türk Yurdu gibi milliyetçi dergiler arasında ateşli tartışmalar yaşandı. Tartışmalar, sonunda, yurt, vatan, millet kavramlarını aştı. Türk milliyetçiliği başlığı altında toplayabileceğimiz bir noktaya taşındı ve yeni devletin ideolojisi haline geldi.

(Bu yazı taslak mahiyetindedir. Hem öncesi vardır, hem de umarım arkası olacaktır.)

17 Kasım 2011 Perşembe

İbn Haldun, Mukaddime ve Tarih

Tarih, coğrafya, sosyoloji, siyaset, yönetim gibi kavramlar üzerine yazılmış çok sayıda eser biliyoruz. Bu eserler, genellikle, ele aldıkları kavramın tanımına ilişkin bir ön kabulden hareket ediyorlar. Çoğu, bu bilimsel disiplinlerin bizzat kendilerinin ne olduğunu sorgulamıyor. Ön kabul, bu sorunun cevabının zaten bilindiği varsayımına dayalı. Tabii, asıl soru, bütün bu disiplinleri kapsayacak genel bir soru, “bilim nedir” sorusu olmalı. Doğal olarak, “... nedir?” sorusu sorulmayınca “neden?” sorusu da sorulmuyor, sorulamıyor. Bu durumda, anlatılanlar, birtakım olayların, olguların peşpeşe sıralanmasından ve sübjektif biçimde yorumlanmasından öteye geçemiyor. Yazarın kişisel tercihlerine mahkum olunuyor. Okuyucu, bu soruları tek başına da sorabilir elbette, hatta sormalıdır, ama önce eli altındaki kitabın mahkumiyetinden kurtulması gerek. Bu da çok kolay değil, çünkü kendisi de belli ön kabullerin (ideolojilerin) etkisi altında.

Mukaddime , bu saptamanının doğruluğuna hak verdirecek farklı türden bir eser. Sadece olayları, olguları anlatmıyor; anlatımını sürekli olarak “nedir” ve “neden” sorularıyla birlikte sürdürüyor. Sorguluyor, somut cevaplar arıyor. Eser, bu niteliğiyle okuyucuyu da zorluyor, hatta rahatsız, tedirgin ediyor. Bu nedenle, Mukaddime’nin bir tarih kitabı mı, yoksa bir coğrafya, sosyoloji, psikoloji, ekonomi kitabı mı olduğunu bir hamlede söylemek mümkün değil. İslam fıkhına ve kelamına ilişkin bir kitap olarak da okunabilir. Bu kadar da değil; eser, yukarıda andığımız sosyal bilimler yanında mantık, matematik, tıp, astronomi, biyoloji, sanat, eğitim gibi konulara da değiniyor. Önemli olan nokta şu: Bütün bu bilimsel disiplinler birbirlerinden kopuk kopuk değil, bir bütünü oluşturan nsurlar halinde ele alınmış.

Mukaddime yazarı İbn Haldun (1332, Tunus – 1406, Kahire) genç yaşlarından itibaren, Endülüs’e kadar bütün kuzey Afrika’yı dolaşmış. Hapse girip çıkmışlığı, Timur’la görüşmüşlüğü var. Bulunduğu ülkelerde yönetim ve siyaset kademelerinde çeşitli görevler üstlenmiş; ayrıca şeyhlik, kadılık müderrislik yapmış. Yaşadıklarını, gördüklerini, duyduklarını eleştirel bir anlayışla yazıya dökmüş. Onun hayatını uzun uzun anlatmak gereksiz. Çünkü kendi biyografisini yazan nadir yazarlardan birisi.

İbn Haldun bir seyyah mı idi, bir tarihçi, bir sosyolog, bir iktisatçı, bir din uleması mı idi? En önemlisi, pek çok bilimsel disiplini, “nedir” ve “neden” soruları eşliğinde birbirlerine bağladığına göre, bir filozof mu idi? Belki hepsiydi. Böylesine renkli bir kişiyi ve el - İber adını verdiği yedi ciltlik bir kitaba yazdığı uzun önsözü (mukaddimeyi) birkaç sayfa içinde özetlemeye çalışmak elbette mümkün değil, doğru da değil. O nedenle, eserin kısa bir planını verdikten sonra tarih konusuna girmeyi ve İbn Haldun’un teorisi ile bizim tarih anlayışımız arasında bir bağlantı kurmayı deneyeceğim.

Cemil Meriç, Lubica’nın İbn Haldun’da Siyaset ve Din adlı kitabına dayanarak, Mukaddime’nin bir planını çiziyor. Özetleyerek veriyorum:

1. Ümran, yani medeniyet... genel sosyoloji, coğrafya, psikoloji. 2. Badiye, yani bedeviliğin sosyolojisi, bedevilik ve hadarilik... psikoloji, jeopolitik ve asabiyet kavramı. 3. Mülk ve siyasi felsefe, iktidar. 4. Hadariyet, yani şehir sosyolojisi. 5. Ekonomi politik... emek... 6. Ulum, bilgi sosyolojisi...

Dediğim gibi, bu konulara tek tek girmem mümkün değil. Böyle bir niyet, hem bu yazının amacını, hem de benim yeteneğimi aşar. Sadece, tarih konusuna ilişkin bazı kavramlara değinecek ve bu kavramlar çerçevesinde, genel olarak tarih ve özel olarak da kendi tarihimiz üzerine, İbn Haldun’un kavramlarını kullanarak, bazı değerlendirmeler yapmaya çalışacağım.

Tarih Nedir?

İbn Haldun, kitabının daha girişinde, (mukaddimenin mukaddimesinde) tarih yazarlarını eleştirmekle işe girişiyor. Ona göre tarih, dış görünüşü itibariyle ele alındığında, eski zamanlardan, devletlerden ve önceki çağlarda meydana gelen olaylardan haber vermekten daha fazla birşey değildir. Oysa tarih, özü itibariyle düşünmek, araştırmak ve olayların nedenlerini bulup ortaya koymaktır. Çünkü, olan şeylerin ilkeleri incedir, olayların keyfiyeti ve nedenleri hakkındaki bilgi derindir. Tarihçiler, genellikle vakaların ve ahvalin sebeplerini görmezden gelip ihmal ediyorlar; rivayetlerin yaldızlı ve cazip olanlarını seçip tarih imiş gibi anlatıyor, hatta haber uyduruyorlar. Birbirlerini tekrarlıyor ve taklid ediyorlar. İbn Haldun tarih kavramını öylesine derinliğine işliyor ki, bir ara tarihçilerin içine düştükleri hataları o kadar uzattık ki, nerede ise kitabın maksadı dışına çıkacaktık demek gereğini duyuyor.

İbn Haldun, tarih anlayışını ikili bir yapı içinde ele alıyor. Birincisi kronik yazarlığıdır ki, olayların tasvirinden ibarettir ve sadece edebi değeri vardır. Ama bu yeterli değildir. Tarihin hakikatını yakalamak için, olayların nedenlerini sorgulamaya, muhakeme yürütmeye ihtiyaç vardır. Tarih, olayları, olguları anlatmakla birlikte, bunların gerçekleşmesini gerektiren şartların tahlilini de gerektirir.

Edward H. Carr, (1892 - 1982) Tarih Nedir adlı kitabının iç kapağına, Catherine Morland’dan aldığı şu cümleyi koymuş: Böylesine can sıkıcı olması hep tuhafıma gidiyor, çünkü çoğu uydurulmuş olmalı. Anatole France’ın (1844 - 1924) Penguenler Adası adlı kitabında şöyle bir bölüm var: Efendim, dedim, üstada. Tecrübelerinizden feyz almağa geldim. Tarih yazacağım diye kendimi helak ediyorum, gayretlerim hiçbir işe yaramıyor... cevap verdi: Ne lüzumsuz endişe efendiciğim... Neden tarih yazmağa kalkışıyorsunuz? En meşhur tarihleri istinsah edersiniz, olur biter. Usul öyle değil mi? Yeni bir görüşünüz, orijinal bir düşünceniz mi var? İnsanları ve hadiseleri beklenmedik taraflarıyla mı anlatacaksınız? Sakın ha. Okuyucuyu tedirgin edersiniz. Okuyucu tedirgin olmaktan haz etmez. Tarihte aradığı, ezelden beri bildiği saçmalıklardır. Onu aydınlatmaya kalkmak, gururunu incitmek ve öfkelendirmektir.Sakın ha! Böyle bir hatır tanımazlığa yeltendiniz mi çığlığı basacaktır: Mukaddeslerimizi ayaklar altına alıyor... Tarihçiler, birbirlerini kopya ederler...

Edward H. Carr ve Anatole France İbn Haldun’u okumuş mu idiler? Tarih anlayışının eleştirisi konusundaki, bu birebir benzerlik nereden kaynaklanıyor?

Umran ve asabiyet

İbn Haldun’a göre, tarih bir beşer (insan) ilmidir. O nedenle, insanların yaptıklarının ve yarattıklarının bütününü kapsamalıdır. Bu bütünlük içinde sosyal ve iktisadi düzen, kurumlar, gelenekler, adetler, inançlar, kültür, medeniyet kavramları da dikkate alınmalıdır. İbn Haldun bütün bu değerler manzumesine umran adını veriyor. Bugünkü anlamıyla medeniyet.

Umran iki aşamada gerçekleşiyor. Bedevilik ve hadarilik aşamaları. Bedeviler çöllerde, kırlarda badiye hayatı yaşarlar. İktisaden zaruri ihtiyaç maddeleriyle yetinmek zorundadırlar, daha fazlasına güçleri yetmez. Hayvanlarını beslemek için otlaklar arayarak durmadan yer değiştirirler. Berberler, Kürtler, Türkler ve Türklerin kardeşleri olan Türkmenler, Slavlar böyledir. Hadariler ise şehirlerde yaşarlar, geçimleri ve adetleri itibariyle daha müreffeh bir hayat sürerler. Bedevilik hadarilikten önceki aşamadır. Çünkü, insanlar önce zaruri ihtiyaç maddelerine, sonra daha mükemmel olana yönelirler. Doğal olarak, bedeviler için şehirli olmak bir amaçtır. İbn Haldun, bedeviler ve hadarilerin sosyal, kültürel, ahlaki nitelikleri üzerinde uzun uzun duruyor. Örneğin, bedeviler hadarilere göre daha cesur olurlar, hayra, iyiliğe, güzel ahlaka daha yakındırlar. Ama bunları söylemek yeterli değil. İbn Haldun, “neden böyledir” sorusunu hiç ihmal etmiyor ve kendi sorusunun muhtemel cevapları üzerinde geniş açıklamalara giriyor.

Bedeviler hadariliğe (şehirliliğe) geçişi amaçlıyor, ama bu amaç, durduk yerde, kendiliğinden gerçekleşemez. Bir itici güce gerek var. İbn Haldun’a göre böyle bir itici güç var ve onun adı asabiyet. Asabiyet, elbette, bizim bugün “asabiyim abi” derken anlattığımızdan farklı bir anlama geliyor. Ama önce kelimenin İslamiyetten önceki Araplarda taşıdığı anlama değinelim. Asabiya, bir kimsenin baba tarafından akrabalarının, genellikle de kabilesinin, haklı, haksız, her durumda savunulması gerektiği anlamına geliyor. Bir şiirde ifade edildiği gibi, kardeşine ister zalim,ister mazlum olsun yardım et.

Bu anlayışın feodal bir yapıyı yansıttığı açık. Fakat, İbn Haldun bu anlayışı genişletiyor. Ona göre, insanlar arasındaki karşılıklı yardımlaşma, asıl ve nesebde iştirakten olduğu gibi onun yerine geçen bir sebepten de hasıl olur. Doğal olarak, asabiyet, nesebin fazla karışmamış olduğu bedeviler arasında daha güçlü olacaktır. Fakat şehirlerde durum böyle değildir ve o toplumsal düzeyde muhtevası farklı bir asabiyet söz konusu olur.

İbn Haldun, bu noktada, asabiyet kavramı ile mülk ve devlet kavramları arasında doğrudan bir ilişki kuruyor. Asabiyet, evet, bedevi toplumlarda yoğun biçimde yaşanır, ama şehir yaşantısında bu duygu zayıflar. Fakat, siyasi iktidar (devlet) asabiyet olmadan kurulamaz. Bu aşamada artık yeni bir asabiyet gündeme gelir. (Buna ideoloji diyebilir miyiz?) Yani, asabiyet kendi zıttını da içinde barındırır. Asabiyetler için sürekli bir değişim ve akış söz konusudur. Görüldüğü gibi, İbn Haldun, akış süreci içinde, akrabalık ilişkilerinin dışına çıkarak, daha geniş bir asabiyet modeli kuruyor. Buna günümüz terminolojisi ile grup dayanışması diyebiliriz. Bir şehrin sakini olma (hemşehrilik), bir toplumsal grubun üyesi olma (parti, kulüp, sivil toplum), bir millete mensub olma (milliyetçilik), bir ideolojiye (sosyalizm, komünizm, islamcılık, Türkçülük) bağlı olma gibi asabiyet örneklerini düşünebiliriz.

Buradaki önemli nokta şu: İbn Haldun’un işaret ettiği sürekli değişim ve akış hali, asabiyetin bir zıtlar diyalektiği şeklinde yorumlandığını gösteriyor. Bu zıtlık, insan hayatı için geçerli olduğu gibi, devletlerin hayatı için de geçerlidir. Nitekim, onlar da doğar, büyür, gelişir ve sonunda yerlerini yeni oluşumlara bırakırlar. Yani, bizim devlet ideolojimizin benimsediği gibi, ebed- müddet olamazlar.

Bedevilik : Göçebelik

Şimdi konuyu biraz daha özelleştirelim...

Bedevilik (göçebelik) kavramının bizim tarihimiz açısından özel bir önem taşıdığını düşünüyorum. Horasan üzerinden Anadolu’ya akan Türkmenlerin göçebe bir topluluk olduğu görüşünden hareket ederek, Osmanlı devletinin kuruluşunu cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten anlayışıyla değerlendiririz. Ancak, bir aşiretin nasıl olup da yerleşik düzene geçerek bir devlet halinde örgütlenebildiğini, Osmanlı Devletini kuran dinamiğin (asabiyetin) ne olduğunu genellikle sorgulamayız. Bu konuda, İbn Haldun’un kavramlarını kullanarak kısa bir tahlil denemesine girişebiliriz.

Osmanlı Devletini kuran asabiyetin ne olduğu sorusunun cevabı, Fuat Köprülü’den (1890-1966) itibaren, yerli yabancı bazı tarihçiler tarafından araştırılmamış değil. Fuat Köprülü, aşiret dayanışması üzerinde duruyor ve fakat aşiret kavramını çok daha geniş bir perspektifte ele alıyordu. Paul Wittek (1894-1978) ise Osmanlı Devletinin birliği doğal kabile bağları üzerinde değil, başka bir temelde kurulmuş olmalıdır diyor ve Türkmenlerdeki gaza ve fetih anlayışına ağırlık veriyordu. Bu yazı çerçevesinde bu tartışmanın ayrıntılarına girilmesi mümkün değil. Şu kadarını söyleyelim: Osmanlı aşireti bütünüyle göçebe bir aşiret değildi. Yarı göçebe ya da konar-göçer bir aşiretti. Kendisinden önce Anadolu’ya gelip yerleşik düzene geçmiş ve umran yolunda epey mesafe almış bulunan çok sayıdaki öteki beyliklerle -sık sık kavga etseler de- sürekli ilişki içinde idi. Göçebelik aşamasından şehirlilik aşamasına geçiş süreci içinde idiler. Öte yandan, Aşıkpaşazade’nin Tevarih-i Ali Osman’da adlarını andığı Anadolu gazileri, abdalları, ahileri ve bacıları belli düzeydeki bir şehir asabiyetinin hem taşıyıcısı, hem de yeniden yeniden yaratıcısı olarak etkili bir rol oynuyorlardı. Yani aşiretler şehir yaşantısı ile organik bir bütünlük içinde idiler. Devlet halinde örgütlenebilmeleri bu nedenle mümkün oldu. Bu saptama, doğal olarak bütün Anadolu Beylikleri için de geçerliydi.

Mukaddime ve Tarih Anlayışımız

Osmanlı tarihçiliği büyük ölçüde vakanüvislik (vak’a yazıcılığı) geleneği üzerine oturuyordu. Vekayiname diye anılan ve olayların peşpeşe sıralanmasından ibaret olan yazımlardı bunlar. Vakanüvislik, Osmanlı tarihinin bir döneminde resmi bir görev haline geldi. İlk resmi görevlendirmenin II. Mustafa döneminde, 1700 yılında yapıldığı ve bu göreve Naima’nın (1655-1716) atandığı anlatılıyor. Son vakanüvis Abdurrahman Şeref Efendi, ilk vakanüvis olarak Hoca Sadettin Efendi ‘yi (1536-1599) anıyor.

Vakanüvislerin yazdıkları içinde efsaneler, menkıbeler, sübjektif değerlendirmeler olabiliyordu. Doğal olarak, o andaki sultana ve geçerli yönetim anlayışına (ideolojiye) aykırı gelebilecek değerlendirmeler yapmaktan kaçınıyorlardı. İlber Ortaylı, Osmanlı vakanüvisliği geleneğini anlatırken, ideoloji kavramını “akide” (dogma) kavramı ile tamamlıyor ve Osmanlı vakanüvisinin akidesi devlet ve nizam-ı alemdir. (abç) O, bunu kendinden önceki nesillerden tartışmasız bir miras olarak almıştır... Hepsinin ortak bir yanı vardır: Aynı ideolojinin (abç) etkisinde kalem oynatırlar. Bu anlayış çerçevesinde, menkıbeleri gerçek tarih gibi yorumlamak safdilliğini de gösterirler diyor . Ona göre, vakanüvis efsane ile gerçek olayı ayırt etmekte pek titiz davranmaz... Bu ifadeleri okuyunca İbn Haldun’u hatırlamamak mümkün mü?

Aslında vakanüvis geleneğinden önceki tarihçiliğimiz de böyleydi. İlk Osmanlı tarihçilerinden sayabileceğimiz Aşıkpaşazade, -ki İbn Haldun’dan biraz sonradır ama onunla çağdaş sayılabilir- Tevarih-i Ali Osman adlı kitabında farklı bir yol izlemiyor, büyük ölçüde rivayetlere dayanıyordu. Öyle anlaşılıyor ki kendisi de bunun farkındaydı. Zaman zaman, bir nice rivayet vardır, en doğrusu benim anlattığımdır... ya da bu menkıbeleri ki yazdım, vallahi hepsine bilgim vardı, ondan yazdım demek gereğini duymaktadır.

Mukaddime, 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı tarihçilerinin ilgisini çekmişti. Taşköprülüzade, Katip Çelebi, Naima gibi tarihçiler İbn Haldun’a ilgi ve saygı duydular. Fakat bu hürmetkar aşinalık samimi bir dostluğa inkılab etmedi. Nitekim, 2. Abdülhamid, Mukaddime’nin şeriat ve hilafete ilişkin, tartışmaya açık bazı hükümler ihtiva ettiği gerekçesiyle eseri yasaklamıştı.

İlber Ortaylı’ya göre, vekayiname geleneği Cevdet Paşa (1822-1895) ile aşılmaya başlanmış, fakat bilimsel tarihçilik ancak 2. Meşrutiyetten sonra gelişme yoluna girmiştir. Bu dönemde yetişip Cumhuriyet dönemine ulaşan tarihçiler belli aşamalar kaydedeceklerdir. Cumhuriyet döneminde, İbn Haldun üzerinde çalışmış Zeki Velidi Togan, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Hilmi Ziya Ülken gibi tarihçilerimiz yetişti. Ancak, yine de, Cumhuriyet dönemi tarihçiliği zengin bir mirasın etkisiyle değil, karşılaştığı çıkmaz ve kendi yaptığı başlangıçla gelişmek zorunda kalacaktır.

Mukaddime’nin bir kısmı Pirizade tarafından, geri kalan kısmı da Cevdet Paşa tarafından Türkçeye çevrildi. İlber Ortaylı’nın, eski geleneğin aşılması konusunda Cevdet Paşaya özel bir yer vermesinin temelinde, herhalde, Mukaddime’yi çevirmiş olmasının rolü de bulunmaktadır. Nitekim, 12 ciltlik Tarih kitabına yazdığı önsözde, İbn Haldun’u hatırlatır tarzda, ... tarihe geçirilecek ve her fıkrasından ibret alınacak olaylar... ya ihmal edilip unutulmuş, ya da düzeltilmeden ve tenkit edilmeden (abç) yazılmıştır diyordu.

Tarihimiz, 18. ve 19. yüzyıllardan itibaren “devleti çöküşten kurtarma” misyonu çerçevesinde gelişti. Yöneticiler ve aydınlar, bu amaçla yeni asabiyetler yaratma yolunda öneriler geliştirdiler. İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük gibi... Ama sonunda İbn Haldun’un öngörüsü gerçekleşti ve devlet kurtarılamadı. Yeni kurulan Cumhuriyet de kendisine yeni asabiyetler yaratmak durumundaydı. Çünkü, artık, yeni bir devlet ve ona bağlı olarak yeni bir millet vardı. O halde, bu yeni oluşuma uygun yeni toplumsal dayanışma odakları (asabiyetler) bulunmalıydı. Devlet, doğal olarak, Osmanlılarda olduğu gibi yine ebed-müddet (Son Türk Devleti) idi. Toplumsal dayanışmayı Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik, Laiklik, Devletçilik ve İnkılapçılık ilkeleri sağlayacaktı.

İbn Haldun’un tanımladığı türden bir asabiyet anlayışı belli ilkeler halinde formüle edilebilir mi? Sanırım bu mümkün değil. Çünkü asabiyet tarihin seyri içinde, toplumsal dinamiklere cevap verecek tarzda kendiliğinden oluşan ve sürekli değişim halinde bulunan bir dayanışma modeli. İlkeler ise bu dinamikleri değişmez kılıyor, statik hale getiriyor. Dolayısıyla, bu ilkelerin, tarihi, diyalektik bir süreç olarak ele almayan bir anlayışın izlerini taşıdığını düşünebiliriz. İbn Haldun’dan itibaren pek çok tarihçinin işaret ettiği gibi, tarihi, birbirlerinden kopuk kompartmanlar içinde okumak mümkün görünmüyor. Tarihi süreç kendi asabiyetini bizzat yaratıyor.

Bu nedenledir ki, söz konusu ilkeler üzerinde bugün dahi toplumun bütününü kavrayan bir görüş birliği oluşamadı. Birbirleriyle çelişen yorumlar, açıklamalar ve hatta tartışmalar halen devam etmekte.

Hatime

Bu yazı, İbn Haldun’un Mukaddime’de ileri sürdüğü görüşlerin -sadece tarih alanında bile olsa- doyurucu bir özeti olduğunu iddia edemez. Bu konuda çok sayıda ciddi eser var. Bu yazının mütevazı amacı, Mukaddime’yi Türk tarih, sosyoloji ve siyaset bilimi meraklılarının gündemine bir kez daha sokmaya çalışmak olabilir.

1 Ekim 2011 Cumartesi

Yurt ve Vatan Kavramları

Toprak, Mülk, Ülke, Yurt, Vatan


Üzerinde yaşanılan toprak parçası anlamında kullandığımız değişik sözcükler var. Ülke, memleket, mülk, yurt, vatan gibi. Bu sözcükler, tarihin ayrı aşamalarında birbirlerinden çok farklı coğrafi, ama daha önemlisi hukuki ve siyasi içeriklere sahip olabiliyorlar. Zaman içinde hem anlam hem de kapsam değiştirebiliyorlar. Anadolu’yu yurt ediniyoruz ama, bugün anayurt dediğimizde farklı bir coğrafi alanı, Orta Asya’yı anlatmış oluyoruz. Türklerin Vatanı derken başka, Türklerin Anavatanı derken başka bir coğrafyaya atıfta bulunuyoruz. Memleket sözcüğü bir devletin toprağı anlamına geldiği gibi, kişinin doğup büyüdüğü yer anlamına da gelebiliyor.Bize nerelisin diye sorulduğunda Bilecik’li, Van’lı olduğumuzu söylüyoruz. Ama bu soruyu bize bir İngiliz sormuşsa cevabımız Türkiye oluyor. Ülke ile memleket, vatan ile yurt aynı kavramlar mı? Bu kavramların değişik bağlamlarda değişik içerikler, anlamlar kazandığı kesin. Bazen coğrafi bir alanı, bazen yönetsel - siyasi bir alanı ifade ediyorlar. Bu bağlamda mülk, yurt, vatan kavramlarının, günümüz terminolojisi açısından ülke, memleket kavramlarına oranla daha tartışmalı kavramlar olduklarını düşünüyorum.

Bu durumda, kavramların tarihsel -ve tarihten yansıyan dilsel- arkaplanı dikkate alınmadığında birtakım anakronik yorum yanlışlarına düşmemiz mümkün görünüyor. Bazı aydınlarımızın, belli tarihsel olguları toprağa bağlarken bazen belli bir ideolojinin etkisinde kalarak, ama çoğu kez bir tür bilimsellik adına yanlış değerlendirmeler yaptıklarını düşünüyorum. Pek çok kavram için geçerli olduğu gibi, toprak, mülk, yurt, vatan, anavatan vb. kavramları için de geçerli sanırım bu.

Prof. Bahaeddin Ögel, Göktürklerin kullandığı budun sözcüğünü “millet,” il sözcüğünü ise “devlet” sözcüğü ile karşılıyor ve bu sözcüklerin bugünkü modern devlet ve millet anlayışlarını karşılayan gelişmiş deyimler olduğunu söylüyor. Budun ve il sözcüklerini bugün kullandığımız millet ve devlet kavramlarının karşılığı olarak değerlendirirken dikkatli olmamız gerekiyor . İl deyiminin bugünkü modern devlet anlayış ve yapısını değil, daha ziyade siyasi liderin o anda egemen olduğu toprak parçasını ifade ettiğini, budun deyiminin ise o topraklar üzerinde birlikte yaşayan halk topluluğunu ifade ettiğini düşünebiliriz.

Yurt Kavramı

Bu kısa girişi bir örnekle somutlaştırmak isterim. Radikal Gazetesinin 9 Kasım 2008 tarihli Pazar ekinde, Orhan Tekelioğlu imzasıyla Bir travmanın dizisi: Elveda Rumeli başlıklı bir yazı yayımlandı. Yazı, TV’de yayımlanan Elveda Rumeli adlı diziyi konu alıyordu. Dizi, 1897 Osmanlı -Yunan savaşı sırasında Makedonya’da yaşananları anlatmaktaydı. Tekelioğlu, Makedonları kastederek, dizide ... kendi toprağına sahip olmak isteyen halkların bölücü ve düşman gibi gösterildiklerini, Türklerin ise mazlum millet olarak ele alındığını ileri sürüyor ve bu yaklaşımı kınıyordu. Dizide, tabii ki “bölücülük” teması işlenmiyordu, işlenemezdi de, çünkü bu kavram 1897’de var olmayan bir kavramdı. Ama asıl nokta, kendi toprağına sahip olmak isteyen halklar ifadesinde düğümleniyordu. Yani, Makedonya Makedonların yurdu idi, onlar yurtlarını savunuyorlardı, biz ise işgalci idik demeye getiriliyordu. Bu anlayışın özelikle sol çevrelerde yaygın olduğunu düşünüyorum.

Makedonya, evet, bugün Makedonların yurdudur. Gerçi, günümüzde bile, Makedonlarla Yunanlılar arasında tartışma konusu olmaktadır; bu noktayı yok sayalım. Ama hikayenin anlatıldığı dönemde, Makedonlar, Arnavutlar, Rumlarla birlikte bizim de yurdumuz olmadığını hangi gerekçeyle açıklayabiliriz? Bütün o bölge, İstanbul bizim yurdumuz olmazdan çok önce bizim yurdumuz olmamış mıydı? Atatürk oralıdır. Tekelioğlu, ayrıca, Yunanlıların bizim istiklal savaşımızı “Küçük Asya Bozgunu” olarak nitelediklerini ve bu değerlendirmeyi yitirdikleri Anadolu topraklarını düşünerek yaptıklarını anlatıyor. Dizinin anlattığı 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı sırasında Makedonya bizim yurdumuz değil idiyse, Batı Anadolu da mı bizim yurdumuz değildi? Selanik bugün bir Türk yurdu değildir, peki, 2. Balkan Savaşında Edirne’yi geri alamamış olsaydık, Edirne’nin bugünkü Selanik’ten ne farkı kalırdı? İstanbul bugün bir Türk yurdu mudur, değil midir? 93 Harbi (1877-1878) sonunda elden çıkmasına ramak kalmıştı. Tarih öyle gelişseydi ki yalnız Kars Ardahan, Batum değil, İstanbul da yitirilseydi, kim kendi yurdunu yitirmiş olurdu?

Bu örnek ve üzerine yaptığım yorum milliyetçi bir söylemi dile getirdiğim biçiminde algılanabilir. Oysa, niyetim, başarabilirsem, bu değildir. İngiltere’den ve sonra Avrupa’nın, Asya’nın, Afrika’nın değişik topraklarından gelip Amerika kıtasına yerleşenler orada kaldılar. Çünkü orayı yurt edinmek amacıyla yola çıkmışlardı. O toprakları daha önce yurt edinmiş olanlar, yurtlarını bu yeni gelenlerle paylaşmak durumunda kaldılar. Acıdır, ama tarihin gerçeği böyle oluşuyor. Yenilerin, geride bıraktıkları topraklara özlem duyacakları muhakkaktı, fakat bilinçlerinde eski yurtları yenisiyle yer değiştirmişti. Amerika’ya göçmüş bir İngiliz için İngiltere anayurt olabilirdi, ama yurt artık Amerika’ydı. Amerika’ya sonradan göç etmiş bir İtalyan, bir Polonyalı için, hatta şimdilerde bir Meksikalı için de böyleydi durum. Onlar için İtalya, İngiltere, Polonya, Meksika anayurt olmayı sürdürüyor, ama yurt artık Amerika’dır. Aynen Türkmenler için Anadolu’nun ve bir dönemde Balkanların yurt, Orta Asya’nın anayurt olması gibi.

Hiçbir halk bugün yaşadığı toprakların ezeldenberi kendi yurdu, -kendi toprağı, kendi vatanı- olduğunu iddia edemez. Norman ve Sakson istilalarının Avrupa’da yaşayan halkların yurtlarını tarih boyunca nasıl şekilden şekle soktuğunu biliyoruz. İki dünya savaşı sonrasında, Avrupa ve Ortadoğu’da da aynı şey oldu. Günümüzde de bu olgu yaşanıyor. Yahudilerin arz-ı mev’ud (vadedilmiş topraklar) söylemi ancak tarihi yönlendirmeye çalışan dinsel bir anlam taşıyabilir. Gerçi dinsel inançlar da tarihi etkiliyor, ama o dinsel tarih, örneğin bugün Ortadoğu’yu hala yerli yerine oturtamadı. Yurt savunuluyor, fakat, başarısız kalınırsa ya yurt olmaktan çıkıyor ya da aynı yurt yeni gelenlerle paylaşılmak zorunda kalınabiliyor.

Yurt, yerleşilmek amacıyla gelinen ve yerleşilebilen yerdir. Milattan üçyüz yıl önce Anadolu’yu aşıp Orta Asyalara kadar giden Büyük İskender’in, 5. yüzyılda Orta Asya’dan kalkıp Avrupa’yı kasıp kavuran Attila’nın, Hz. Muhammed’in ölümü üzerinden elli yıl bile geçmeden Bizans kapılarına dayanan Arap ordularının (Eyüp Sultan içlerindedir), 1096 Birinci Haçlı Seferinden itibaren ikiyüzyıl boyunca Mezopotamya’ya kadar bütün doğu coğrafyasını neredeyse mesken edinmiş olan Latinlerin, Anadolu’ya 13-15. yüzyıllarda fiilen hakim olan Moğolların... Anadolu’da niye kalamayıp kendi yurtlarına geri çekildikleri, fakat, örneğin Türkmenlerin nasıl olup da Anadolu’da kalabildikleri açıklanması gereken bir sorudur.

Tarih kitapları Osmanlı Devletinin genişlemesi olgusunu fetih ve ganimet kavramları çerçevesinde anlatıyor. Bu iki kavram elbette önemlidir. Fakat, fetih ve ganimet biraz önce saydığım öteki Anadolu fatihleri açısından da önemliydi. Ama onlar kalamadı Anadolu’da, Türkmenler kaldı. Niye?.. Türkmenler için yurt, sadece işgal edilip bir süre yönetilecek bir toprak parçası değil, üzerinde oturulup yaşanılacak bir toprak parçası idi de onun için. Orta Asyadan gelişleri yeni bir yurt arayışına yönelikti. Çünkü oradaki yurtlarında geçinemez olmuşlardı. Yukarıda andığım kavimler ise sadece fetih amacıyla gelmişlerdi; fethedip, bir süre yönetip gitmişlerdi. Fethetmeye gelirken kendi kültürlerini kendi ülkelerinde (yurtlarında) bırakmışlardı. Türkmenler ise geldikleri toprakları yurt sayıyor, yani o topraklara yerleşmek niyetiyle geliyorlardı. Bu nedenle, yeni yurtlarına maddi-manevi bütün varlıklarını getiriyorlardı. Aileleri, hayvanları, evleri (çadırları) ve en önemlisi kültürlerini taşıyan uluları da o göç katarı içinde idi. Bu kader, onlar için, Osmanlılardan çok önce, 11. yüzyılın başlarında yazılmıştı. Öncü askeri kuvvetin buralarda tutunduk haberini alır almaz yeni yurtlarına doğru yürüyorlardı. İskender, Araplar, Haçlılar, Moğollar ise Anadolu’ya yabancı kaldılar, çünkü sadece ordularıyla fethedip yönetmek için gelmişlerdi. Oysa Türkmenler bütün varlıklarıyla, kültür dünyaları ile büsbütün geldiler yeni yurtlarına. Ve o yeni yurtlarını aynı toprakların eski sakinleriyle paylaştılar. Türkmenlerle yukarıda saydığım kavimler arasındaki ciddi fark budur. Yurt, belli bir topluluğun tüm varlığı ile benimsediği toprak parçasına ad olan bir kavramdı. Yurt kavramı varoluşla ilgili (ontolojik) bir kavramdır.

Peki, Türkmenlerin yönü niye Anadolu idi? Türkmen göçünün başladığı yıllarda Anadolu yoğun bir nüfusa sahip değildi. Geniş ve verimli toprakları vardı. Türkmenler burada geleneksel yaşam tarzlarını kolayca sürdürebileceklerdi. (Kaynak? Nüfus yoğun değil???) Çevreye uyum konusunda fazlaca bir zorluk yaşamadılar. Oysa, Arap ülkelerinde ve orta ve güney İran’da bu rahatlık yoktu. Nitekim, Türkmenler, yeni yurttaortaklaşa yaşama konusunda bölge halkıyla, dili ve dini hiç sorun etmeden, karşılıklı evlenmeler yoluyla kolayca kaynaştılar. (Roux’nun dediği gibi, dip notu var...) Türk tipi giderek değişiyordu ama doğan çocuklar kendilerini Türk olarak tanımladılar.)

Bugünden geriye bakılarak, peki o zaman Suriye’de, Arabistanda, Irak’ta, Mısır’da, Kuzey Afrika’da ve Avrupa’da niye kalıcı olamadık¬ diye sorulabilir. Çünkü oralara yerleşmek amacıyla değil, yerleşmek niyetiyle gelip yerleştiğimiz bölgeleri korumak için gitmiştik. Anadolu Selçuklu Devleti bir Anadolu devleti olarak kaldı. Osmanlı Devleti ise, İstanbul’un fethinden itibaren bir imparatorluk olma yolundaydı; batısını ve doğusunu güvence altına almak, o bölgeleri de kendi denetimi altında tutmak, özetle artık fethetmek zorunda idi.

İskan Politikaları

İşte asıl sorun o zaman başladı. Bu fetihlerin zorunlu iskan politikalarını beraberinde getirmesi kaçınılmazdı. Fethedilen yeni topraklara, bir tür güvenlik önlemi olarak, iç bölgelerden insan aktarılması gerekiyordu. Yeni topraklara göç ettirilme konusunda, evlad-ı fatihan açısından bir gönüllülük söz konusu olsa da, çoğunluk açısından bunun adı artık yurttan koparılmak idi. Yönetim anlayışı (devlet ideolojisi) bu yurttan koparılmayı meşru gösterme yolunu buldu: Bu uygulamanın adı fethedilen toprakların şenlendirilmesi olacaktı. Bu amaçla birtakım özendirme yöntemleri kullanılacak, göç edenlere bedava arazi, askerlikten ve vergiden muafiyet gibi ayrıcalıklar tanınacaktır.

Yurttan kopma - koparılma 18. yüzyılın sonlarından itibaren tersine bir göç hareketine dönüştü. Bu kez kaybedilen topraklardan Anadolu’ya doğru yoğun bir akın söz konusu oldu. 1768-1774, 1829, 1854-1856, 1877-1878, 1897, 1914- 1918 yıllarında, Balkanlardan, Kırım’dan, Kafkasya’dan yüzbinlerce Türk / Müslüman bu kez Anadolu’ya doğru aktı. Artık beylikler, sultanlıklar, devletlikler döneminde değildik. İmparatorluklar çağıydı. Bu dönemde yurttan koparılmanın ilginç bir özelliği vardı. Sınır bölgelerinin “sadık unsurlarla” doldurulması, bir tür “etnisite mühendisliği” uygulanması gerekiyordu. Durum, özellikle Osmanlı ile Rusya arasında, adeta bir “nüfus savaşı”na dönüşmüştü. Gelenler, Müslüman nüfusun artırılması amacıyla Hıristiyan nüfusun fazla olduğu bölgelere yerleştirildi. Abdülhamid, 1888 tarihinde, ...” bazı vilayat-ı şahanede islam nüfusunun çoğaltılması için... Kafkas muhacirlerinin Erzurum, Van ve Hakkari vilayetlerindeki arazilere yerleştirilmelerini” emrediyordu. Aynı amaçla, bir kısım Kafkas göçmeni de batı ve güney Anadolu’da Hıristiyan nüfusun yoğun olduğu bölgelere yerleştirildi. 1897 yılında, Müslümanların Osmanlı topraklarına göçünü teşvik için özel bir muhacir komisyonu kurulmuştu. Ulus-devlet anlayışına doğru bir evrim (?) gerçekleşiyordu. Yurt kavramını artık yurtlaşmak isteyen toplumların kendi tercihleri değil, tepeden zorlatan bir güç, devlet belirliyordu. Milli Mücadele sonunda yeni bir “mübadele” yaşanacaktır. Tarihten gelen bu zorlamanın Anadolu’yu tedirgin ve mutsuz ettiği kesindir. Çünkü resmin bütünü içinde aynı acıları, Türklerle birlikte aynı yurdu yüzyıllar boyu paylaşagelen Rumlar, Ermeniler, Kürtler, Süryaniler... de yaşadılar.





Zorunlu göçlerin,(muhaceretin) devletin güvenliğine yönelik pratik boyutu yanında, bir de islami boyutu var. Hemen aşağıda açıklamaya çalışacağımız gibi, islami yorum (hicret teorisi) pratiğin ağır baskısı altında sık sık ihmal edildi. Bir başka deyişle, pratik teoriye galebe çaldı. Bunu vatan kavramı çerçevesinde açıklamaya çalışayım, çünkü içinde dini ögeler de bulunacak.

Vatan Kavramı

İslami anlayış içinde, bugünkü içeriğiyle değilse de, vatan sözcüğü kullanılmıyor değildi. Vatan ve yurt kavramları şeriatın varlığı ya da yokluğu ile tanımlanıyordu. İslami anlayışa göre vatan şeriatın hüküm sürdüğü yerdi. Vatan sevgisi iman ile ilgili bir kavramdı. Yani, bir hadise göre hubb-ül vatan min-el iman idi. Topraklar Müslümanların egemenliğindeki Dar-ül İslam, Hıristiyanların egemenliğindeki Dar-ül Harp ve Müslümanların yönettiği fakat halkı Hıristiyan olanların yaşadığı Dar-ül Sulh olarak üçe ayrılıyordu. Hicret teorisine göre, toprak Müslüman olmayan bir hükümdarın eline geçtiğinde oradan ayrılıp Müslüman topraklarına yerleşmek gerekirdi.

Gerçekten de, sınırları belirlenmiş bir toprak parçasına karşı oluşması istenen bir sevgi bağının islami anlayışla bağdaştırılması zordu. Nitekim, 11. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya akan Türkmenler açısından, islamın hicret teorisi hiç hüküm ifade etmemiştir. Onlar açısından gittikleri yerlerde yaşayan halkların dinleri ve dilleri hiç önem taşımıyordu. Yeni yaşam alanları bulmaktı amaçları. Geride bıraktıkları yurtları için türküler, ağıtlar yakıyorlardı, ama “yaşasın yeni yurt” demek zorundaydılar. Bu durum, 19. yüzyıldan itibaren, çeşitli askeri yenilgiler sonunda, bu kez de doğudan ve batıdan Anadolu’ya göçmek zorunda kalan gruplar açısından da geçerli görünüyor. Onlar da yurtlarını bir zorunluluk karşısında terk ediyorlardı. İlginçtir, devlet yöneticileri Hubb-ül vatan min-el iman hadisini yeniden yorumlamak durumunda kaldılar. Hicret teorisi bu kez tersinden yorumlanıyordu. Terkedilen toprakların yöneticileri bu tersine göçü durdurmak için çaba içine girdiler. Örneğin Kafkas Müftüsü Hüseyin Efendi, yurtlarını terketmekte olanları caydırmak için bu hadisi kullandı. İsmail Gaspıralı da aynı yöntemi Kırım göçmenleri için kullanıyordu. Teori, toprak Müslüman olmayan bir hükümdarın eline geçtiğinde oradan ayrılıp Müslüman topraklarına yerleşmek gerekir diyordu, ama yönetim tersini ögütlemek durumunda kalıyordu. Göçler tabii ki devam etti, çünkü halkı yöneten itici güç hala bir vatan arayışından ziyade bir yurt arayışı idi.

Vatan kavramı sonradan doğmuş bir kavram. Yurt kavramının “üzerinde yaşanılacak, geçinilecek” bir toprak parçası anlamına gelmesine karşın, vatan kavramının daha ziyade siyasi bir içeriği var. Bu farktan dolayı, yukarıda anavatan deyimi yerine anayurt deyimini kullandım. Türklerin Anayurdu dediğimizde Orta Asya’yı, fakat Türklerin yurdu dediğimizde Anadolu’yu ifade etmiş oluyoruz. Vatan kavramı oldukça yeni bir kavram. Üzerinde yaşayanların dil, din, tarih, kültür ortaklığına dayalı bir birlikteliği sürdürdüğü toprak parçası anlamını kazanması çok yakın bir geçmişe dayalı. Kavramın özünde, aynı toprak üzerinde belli toplumsal, siyasal, kültürel değerleri paylaşan insanların, içinde yaşadıkları topluma ait oldukları, kimliklerini o aidiyetten aldıkları anlayışı var. Dil, din, tarih, kültür ortaklığı, etnik bir temele oturmayabilir. Önemli olan belli bir toprak parçası üzerinde yaşayanların daha geniş kapsamlı bir ortak yaşama anlayışını kabullenmiş, benimsemiş olmaları. Ulus kavramı da bu kabullenişle oluşuyor. Belli siyasi birlikler, bu anlayışladır ki ulus devlet olarak nitelenebiliyorlar. Toprağın vatan ve üzerinde yaşayan halkların ulus (millet) haline gelişi batı ve doğu toplumlarında aynı seyri izlemedi. Avrupanın geniş toprak sahibi feodal beyleri merkezi otoriteye karşı birer direnme odağı haline gelebildiler. Bir başka anlatımla, toprak ve üzerinde yaşayan halklar ile merkezi otorite arasında bir ayrışma gerçekleşti. Gelişme vatan kavramına doğruydu. Oysa doğuda, topraklar siyasi iktidarın mülkü olma niteliklerini korudular. Dolayısıyla, mülk üzerinde yaşayan halklar, topraklarını yurt olarak algılamaya devam ettiler ve merkezi otoriteye tabi, onun bir parçası olarak yaşamak durumunda kaldılar. Bu durum, sanırım, vatan kavramının bizde neden geç vakit oluşabildiğini de açıklar niteliktedir.

Bizde önemli olan yurt idi. Vatan kavramı, 20. yüzyıla kadar siyasal birliğe bağlılığın, sadakatin bir ögesi olmadı. Halkın/halkların öncelikli bağlılığı, üzerinde yaşamakta olduğu, geçimini sağladığı toprak idi. O bağlılığın adı ise yurt idi. Ancak, o yurdu yöneten bir siyasi otorite vardı. Siyasi otorite ile o siyasi otoritenin hükümran olduğu topraklar ve o topraklar üzerinde yaşayan halklar arasında doğrudan bir manevi bağ oluşmadı.

Bağlılık yurda yönelikti. Ama yurdu yöneten bir siyasi güç vardı ve yurt o siyasi gücün denetiminde, daha doğrusu onun sahipliği altında idi. Yani yurt mülk idi. Mülkün sahibi siyasi iktidar (hanedan) idi. Sonunda, yurda bağlılık yurdun sahibi olan siyasi iktidara bağlılık anlamını kazandı. Artık, öncelikli bağlılık - sadakat siyasi birliği temsil eden kişi ya da hanedana ve son tahlilde devlete yönelik oldu. Böyle bir toprak parçasına yurt demeye devam edebilirdik, ama onu vatan olarak nitelememiz için zaman gerekirdi. Yurt kavramı, evet, sınırları sık sık değişiyor olmakla birlikte, belli bir toprak parçasını ifade ediyordu ve o toprak parçasına hem maddi, hem manevi bir bağlılık söz konusu idi. Üzerinde karın doyurulan, o nedenle de sahip çıkılması gereken bir toprak parçası idi o. Ama yurdun vatan olması için devlet sahipliğinden kurtarılıp, özgürleştirilmesi gerekiyordu.

Bu çok kolay olmadı...

Vatan kavramı, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren... islamın iki temel direğiyle, yani inancın mutlak manevi özü ve ümmetin birliği ilkeleriyle çelişiyordu... İslam, ilk dönemlerinde her tür maddi nesneye bağlanmayı ve onunla özdeşleşmeyi putperestliğin bir biçimi olarak görerek reddetti. Örneğin mecelle yazarı Ahmet Cevdet Paşa, vatanı köyün orta yerindeki meydandan ibaret sayan bir müslüman köylü çocuğundan vatan için savaşması istenebilir mi? diye soruyordu. Cevdet Paşa, yeni türemiş bir kavramı, “vatan” kavramını eleştiriyordu. Ahmet Cevdet Paşa’nın ifadesinde mülk ve devlet kavramlarına ağırlık verildiğini sezebiliriz. Soru yurdun savunulması ile ilgili olarak sorulsaydı, cevap herhalde Cevdet Paşa için çok olay olurdu.

Kişi ile ülke arasındaki ilişki ilk kez Namık Kemal tarafından vatan vazifesi ve fedakarlık kavramları temelinde tarif edilecektir. Köylü için vatan kavramı gerçekten de fazla bir anlam taşımıyordu. Aslolan, artık yurtla özdeşleşmiş olan devlet için savaşılması idi. Namık Kemal’in aynı anlayışı, yine mülk ve devlet merkezli bir vazife ve fedakarlık bilinci yaratarak tamamladığını düşünebiliriz. Bugünkü vatan kavvramına biraz uzak dursa da, Namık Kemal’in vatan anlayışı ete kemiğe bürünme (çağdaşlaşma) yolundadır. Bu kavramın bugünkü anlamını kazanması için tarihsel sürecin bir adım daha ilerlemesi gerekiyor. Fransız İhtilalinin etkisi, egemenlik sınırlarının giderek küçülmesi ve böylece vatan kavramının artık tanımlanır bir hale gelişi, özellikle Balkanlarda başgösteren milliyetçilik akımları vatan kavramının yeniden tanımlanmasını gerektiriyordu. Namık Kemal, Vatan Yahut Silistre adlı oyununda,vatan kavramını vazife, fedakarlık, sadakat, bağlılık kavramları temeline oturtuyordu. Amaç, doğal olarak, devletin çöküşten kurtarılması idi. Fakat Namık Kemal’in tezi, bu naif hali ile bile, mevcut yöneticileri ve elbette 2. Abdülhamid’i tedirgin eden bir öz barındırıyordu. Çünkü, fedakarlık, sadakat, bağlılık, vazife kavramları, sanki saltanattan (mülkten-devletten) koparılıyor gibiydi. Bu anlayış, Osmanlı Devletini bir bütün olarak ayakta tuttuğu varsayılan geleneksel anlayışa ters düşüyordu. Çünkü, böyle bir anlayış, içinde yeni bir millet ve milliyetçilik tanımını da gizliyordu. Nitekim 20. yüzyılın başlarından itibaren yeni bir vatan ve yeni bir milliyet anlayışı tartışılır oldu. Sebil-ül Reşat ve İslam Mecmuası gibi İslamcı Dergilerle Türk Yurdu gibi milliyetçi dergiler arasında ateşli tartışmalar yaşandı. Tartışmalar, sonunda, yurt, vatan, millet kavramlarını aştı. Türk milliyetçiliği başlığı altında toplayabileceğimiz bir noktaya taşındı ve yeni devletin ideolojisi haline geldi.

Mülk Kavramı

Buraya kadar mülk ve devlet kavramlarını eşanlamlı kullandım. Açıklanmasını geriye bıraktım. Bizim yönetim anlayışımızda mülk kavramı önemli. Malik olmayı, sahipliği ifade ediyor ve bizim dilimizde muhtemelen bu özü ile giderek devlete ait olan toprakları, sonunda da devletin kendisini ifade eder hale geliyor. Adalet mülkün temelidir derken bu gerçeği ifade etmiş oluyoruz. Fethedilen toprak parçası mülk haline geliyor ve mülkün sahibi siyasi birliği kuran kişi ve ona bağlı olarak o kişinin mensubu olduğu hanedan oluyor. Ancak, mülk kavramını günümüzde geçerli hukuki içeriğiyle açıklarsak hata etmiş oluruz. Yani sultan bir toprak ağası değildi. Sultanın toprak üzerindeki sahipliği, onu koruyup gözetme, elde tutma ve yönetme sorumluluğu ile sınırlıydı. Mülk, son tahlilde, devlete ait olan toprak, giderek devlet anlamına geliyordu. Nitekim, bu sözcükten türetilmiş mülkiye sözcüğü de devlet yönetimi, devleti yöneten kişiler anlamına gelecektir.

Bu noktada, toprağın elde tutulup yönetilmesine ilişkin olarak, ikta ve timar kavramlarına başvurulması gerekiyor. Türk ve islam yönetim geleneği, fethedilen toprakların kullanımının hanedan üyelerine ya da savaşta kahramanlık gösteren kişilere “görev olarak” verilmesi (ikta edilmesi) biçiminde gelişmişti. İkta sahipleri bu toprakların sahibi olmayacak, sadece savunulması, mümkünse genişletilmesi ve yönetimi ile sorumlu olacaklardı. Prof. Osman Turan, ikta kavramını, maktu bir hazine gelirini temin ettikten sonra... muayyen yerlere ait devlet gelirlerinin, hizmet ve maaşlarına karşılık olarak kumandan, asker ve sivil ricale menşur, tevki... gibi isimler alan vesikalarla terk ve tahsisi olarak açıklıyor. Yine ona göre, fethedilen topraklar, Göktürk ve Karahanlılar döneminde olduğu gibi, Selçuklular döneminde de hanedanın müşterek mülkü sayılmış, ancak hanedana mensubiyet derecesine göre... Türkmen Beyleri, hisselerine düşen topraklarda idari ve siyasi bakımdan yarı istiklale sahip olmuş ve hatta hutbe, sikke, nöbet çalma... gibi menşei Türk ve İslami olan hakimiyet sembollerine tasarruf etmişlerdir. Israrla belirtmeli ki, bu kişiler toprağın sahibi olmayıp, devlet adına “mutasarrıfı” (kullananı) idiler. Hakimiyet sembolleri deyimi üzerinde özellikle durmamız gerektiğini düşünüyorum. Gerçekten de, toprağın böyle bir anlayışla yönetilmesi, yeni iktidar odaklarının ortaya çıkması ve merkezin giderek zayıflaması sonucunu verecekti. Mülkün, (toprağın, halk açısından yurdun) hanedan mensupları, kahramanlık ya da hanedana “ubudiyet” (kulluk, aşırı bağlılık) gösterenler arasında, sadece tasarruf amacıyla da olsa, üleştirilmesi geleneği, devleti daha geniş bir alanda daha güçlü kılacağı varsayılan bir sistemin, içinde diyalektik bir karşı tez barındırdığı anlamına gelecekti. Çünkü, toprağı yönetme, aynı zamanda iktidara sahip olma anlamına geliyordu. İkta sistemi Osmanlılar döneminde timar sistemi adıyla gelişerek devam edecektir. Sistem kendi içinden timarlı sipahi adıyla yeni bir ordu da çıkaracaktır. Ancak, timar sistemi, içinde barındırdığı çelişki nedeniyle, 17. yüzyıldan itibaren yozlaşacak ve devleti kurtarma çabalarının odağına oturacaktır. Koçi Bey, 1631 yılında 4. Murad’a sunduğu risalede, timarlı sipahi oluşumunun ıslahı konusuna özel bir önem verecektir.

Dirlik konusu ayrıca işlenmeli.

İşbu yazının başı olduğu gibi devamı da var.

20 Eylül 2011 Salı

Adına Tarih Denilen Mevhum

Aşıkpaşazade eydür: "Sual: Derviş! Sen bu geçmiş tevarihleri (tevarihi olmalı, sözcük kendi içinde çoğuldur. DP) kendi tevarihine zamm etmeye sebep ne? Cevap: İki vechten ötürü. Biri bu kim ben geçmiş tevarihleri müteala edip hakikati bildim ve biri dahi benim tevarihümü bildürmektür..." (Nihal Adsız düzenlemesinde bu yoktur.)

Aşıkpaşazade kesin konuşuyor. Acaba salt geçmişin mütalaası ile hakikatı bilmek kabil mi? Ve şimdi yazılanların hakikatı ifade ettiği bu kadar kolay ileri sürülebilir mi?

Konu başlığında Türkçe kavram sözcüğünün karşılığı olarak “mefhum” demiyorum da “mevhum” diyorum. Bu sözcüğü bilinçli olarak seçtim. Çünkü pek çok tarihsel olayın, olgunun sanki sadece bir vehimden ibaretmiş gibi göründüğünü, asıl gerçeğin bir sis perdesi gerisinde kaybolduğunu düşünüyorum. Belki abartılı bir düşünce bu; belki bu düşüncem de bir vehimden kaynaklanıyor. Öyle de olsa, birazdan anlatacaklarımın altını şimdiden çizmek için seçiyorum bu sözcüğü.

Anatole France’ın Penguenler Adası adlı kitabında şöyle bir bölüm var: "Efendim, dedim, üstada. Tecrübelerinizden feyz almağa geldim. Tarih yazacağım diye kendimi helak ediyorum, gayretlerim hiçbir işe yaramıyor... Omuzlarını silkerek cevap verdi. Ne lüzumsuz endişe efendiciğim, ne lüzumsuz endişe. Neden tarih yazmağa kalkışıyorsunuz? En meşhur tarihleri istinsah edersiniz, olur biter. Usul öyle değil mi? Yeni bir görüşünüz, orijinal bir düşünceniz mi var? İnsanları ve hadiseleri beklenmedik taraflarıyla mı anlatacaksınız? Sakın ha. Okuyucuyu tedirgin edersiniz. Okuyucu tedirgin olmaktan haz etmez. Tarihte aradığı, ezelden beri bildiği saçmalıklardır. Onu aydınlatmaya kalkmak, gururunu incitmek ve öfkelendirmektir. Sakın ha! Böyle bir hadnaşinaslığa yeltendiniz mi çığlığı basacaktır: 'Mukaddeslerimizi ayaklar altına alıyor.' Tarihçiler, birbirlerini kopya ederler. Böylece hem çalışıp yorulmaktan kurtulur, hem de küstahlık ithamından azat olurlar. Onlar gibi yapın efendim, onlar gibi yapın.Orijinal olmayın! Orijinal bir tarihçi cümle alemin güvensizliğine, küçümseyişine ve nefretine maruz kalır...

Ezelden beri bilinen saçmalıklar! Yani zaten bilinenler!.. Bu noktada Prof. Robinson’u anımsayalım. Neden zaten biliyor ve bildiğime inanmakta direniyorum? İnandığım şeye neden inanıyorum? Ve inandığım şeye beni inandıran şey nedir?

Son yıllarda pek çok tarihsel roman yazıldı, pek çok film ve belgesel yapıldı. Atatürk’ten Abdülhamid’e, Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail çekişmesinden Hürrem Sultan’a kadar. Bunların her biri üzerinde yürütülen ve birbirleriyle tümden çelişen tartışmaları izleyince Anatol France’a hak vermemek mümkün mü? Yorumların hangisi gerçeğin ifadesiydi? Milli Mücadele dönemini anlatan Yorgun Savaşçı filmi benzer tartışmalar yüzünden bütünüyle yakılıp ortadan kaldırılmamış mıydı?

Bu kısa giriş tarih ve ideolojiler arasında birebir ilişki kurmamızı haklı çıkarabilir. Ancak biraz daha ayrıntıya girmemizde yarar var. Genel olarak tarih yazımı açısından, özel olarak da bizim tarih yazımımız açısından efsaneler, menakıbnameler, vilayetnameler üzerinde durmalıyız.


Toplumlar kendi varoluşlarını bizzat yarattıkları efsanelere bağlıyorlar. Varoluşlar destansı bir kurguyla anlatılıyor. Varoluş, sadece bireyler açısından değil, toplumlar açısından da çok hayati (ontolojik) bir gerçeklik. Bu nedenle gerçek hayatı aşan, onu yücelten, kutsallaştıran söylemlere ihtiyaç var.

Türk ve islam tarihi ile uğraşanların başvuru kaynakları arasında vilayetname, menakıbname adıyla anılan kaynaklar önemli bir yer tutuyor. Vilayetname, (velayetname) Arapça kökenli bir sözcük olan veli sözcüğünden türemiş. Veli, 9. yüzyıldan itibaren tasavvuf dilinde “Allaha yakın kişi, dost” olarak yer etmiş. Çoğulu evliya, Türkçe karşılığı ermiş... Bu kişiler toplumun saygın kişileri. Mensubu oldukları toplumun sosyal, dini ve ahlaki değerlerini temsil ediyorlar. Kendilerinde birtakım doğa üstü yetenekler bulunduğuna inanılıyor. Yani kerametleri var.

Mensubu oldukları toplumu dinsel ve ahlaki değerler itibariyle etkileyen bu kişiler ve onları izleyen toplum kesimleri, 11. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya akacaklar ve yeni topraklarda yeni siyasi birliklerin, ardından Osmanlı Devletinin kuruluşunda önemli roller oynayacaklardır. Devlet söz konusu ise artık siyaset de söz konusu demektir. Bu nedenle epey acı da çekeceklerdir. Anadolu ve Rumeli fetihlerinde onları ön planda göreceğiz. Ama bu kişiler aynı zamanda toplumu irşad etme (reşid kılma, doğru yolu gösterme, aydınlatma) misyonunu da üstlenmişlerdi, yani mürşid idiler. Veliler ve kerametleri üzerine yazılan vilayetnamelerin ve gerek veliler gerekse destani kahramanlar hakkında yaratılmış menkıbelerin ne kadar geniş bir toplumsal (dinsel) alanı etkilediğini bugün dahi görebiliyoruz. Önemli bir kısmının mezarları dahi bilinmeyen, fakat pek çok yerde onlar adına yapıldığına inanılmış makam mezarlarını (yatırları) hatırlayalım.

İlk örneği 10. yüzyılda Karahanlılar tarafından meydana getirilen Türk evliya menakıbnamelerinin Türk destani geleneği ile ortak bazı özellikler taşıdığı görülüyor. Bunların kahramanı olan velilerle Türk destan kahramanlarının çizdikleri tipler arasında pek çok benzer nokta bulunuyor. Örneğin 1480’lerde yazılmış olan Saltıkname, (Saltukname) daha önceki yüzyıllarda yazılmış Sarı Saltık menakıbnameleri ile Battalname, Danişmendname gibi menakıbnamelerden yapılan alıntılarla oluşmuş bir eser. Rumeli fetihlerinin menkıbevi hikayeleri de Sarı Saltık’a maledilerek esere konmuş. Anadolu Selçukluları, Anadolu Beylikleri ve Osmanlılar döneminde, bazı tarikatlar içinde de rol almış bulunan kişilere ilişkin çok sayıda menakıbname biliyoruz. Menakıb-ı Hace Ahmed Yesevi, Menakıb-ı Hacı Bektaş Veli, Menakıb-ı Lokman Perende, Menakıb-ı Ahi Evran, Keramat-ı Ahi Evran, Menakıb-ı Sipehsalar, Menakıb-ı Hacı Bayram Veli, Menakıb-ı Şeyh Bedreddin... gibi. Bu menkıbeler Osmanlı vekayinamelerine de yansıyacaktır.

Velayetname ve menakıbnamelerde kullanılan dil masal, hikaye (tahkiye) dili. Kişiler, olaylar zaman içinde değişik anlatımlarla yeniden yeniden kurgulanıp yaratılıyor. Aynı kişiyi, aynı olayı konu edinen vilayetnameler var. Bunlar peşpeşe okunduğunda, kimin ne zaman, nerede yaşadığını, hatta gerçekten yaşayıp yaşamadığını anlamak mümkün değil. Zaman ve mekan kavramları önem taşımıyor. Kahramanlar aynı anda birkaç yerde bulunabiliyor, akıl almaz işler yapıyorlar. Başları kesildiği halde, kalkıp dövüşmeye devam edebiliyor, denize seccade serip karşı kıyıya uçabiliyorlar. Yeri geliyor, şahin, doğan, güvercin donuna giriyor, sonra silkinip insan olabiliyorlar. Ateşte yanmaz, kaynar suda ölmezler. Taşa bastıklarında taşın üzerinde ayak izlerini bırakırlar. Hayvanlarla konuşurlar; kerametlerine taşlar bile tanıklık eder.

Efsaneler sadece kişileri kutsallaştırmak, yüceleştirmek amacıyla yaratılmıyor; hatta daha ziyade hanedanları, siyasi birlikleri, toplumları kutsallaştırmak amacıyla da yaratılıyor.

Tarih bilimi, Oğuz Kağan adıyla bugün bildiğimiz kişiyi sadece bir efsane (mitoloji) kahramanı olarak tanıyor. Ama onun adına yazılmış ve çağlar boyu kuşaklardan kuşaklara aktarılmış Oğuz Kağan Destanları var. Milattan 200 yıl önce yaşamış olan Mete Han’ın ve ondan 1500 yıl sonra, 13. yüzyılın başlarında yaşamış olan Cengiz Han’ın isimleri, kendi efsaneleri içinde Oğuz Han’a bağlı olarak anılacaktır. Bu durumda artık Oğuz Kağan’ın gerçek bir kişi olup olmadığını sorgulamak fazla anlam taşımıyor. Benzer bir durum Alp er Tunga için de geçerli. Alp Er Tunga kimdi? Böyle bir kişi gerçekten yaşamış mıydı? Kaşgarlı Mahmut Divan-ı Lügat-it Türk adlı eserinde, İranlıların Efrasiyab adını verdikleri menkıbevi kahramana Türklerin “Tona Alp Er” (Alp Er Tunga) adını verdiklerini yazıyor. Alp sözcüğü “kahraman” anlamına geliyor. Bu sözcüğe, bazen bir özel isim, bazen bir sıfat, bazen de bir unvan olarak eski Türk lehçelerinin hemen tamamında rastlanıyor. Alp sözcüğü islamiyetin kabulünden sonra da kullanılmaya devam edilecek ve kişi ve yer adları olarak günümüze kadar gelecektir. Bugün Semerkant’ta bir şehir kalıntısı Efrasiyab adıyla anılıyor; üzerinde de Efrasiyab adına düzenlenmiş bir müze var. Dede Korkut’un da gerçek bir kişi olup olmadığı kesinlikle bilinmiyor. Fakat asıl önemli olan nokta, bu ismin temsil ettiği Türk veli inancıdır ve Dede Korkut’un, islam öncesi devirden islami devre intikal eden efsanevi bir kahraman olduğudur.

Osmanlı Devletinin kuruluş öyküsü de efsanelerle anlatılır. Osman Gazi’nin gördüğü bir rüyaya dayandırılır. Bu efsaneyi, Osmanlı tarihçilerinden alarak Hammer de kullanacaktır... Osman, hane sahibinin (Edebali’nin) yanında (hanesinde) yatmakta idi. Edebali’nin göğsünde birdenbire bir hilal zuhur etti... büyüyüp bedir halini bularak kendi göğsüne girdi. ... yanlarından bir ağaç çıkarak ... üç kıta ufuklarının nihayetlerine kadar karaları ve denizleri kuşattı... (Bu hal) ... Osman ile Mal Hatun’dan zuhur edecek sülalenin kudret ve şanını tahmin ettirmekte... idi. Gerçi, Osman Gazi’nin Şeyh Edebali’nin kızı Mal Hatun ile evli olduğuna ilişkin bilginin de bir efsaneye dayandığı anlaşılıyor. Oruç Bey’e göre, rüyayı gören ve Edebali’ye tabir ettiren kişi Osman Gazi değil, babası Ertuğrul Gazi’dir. Kızın adı da Mal Hatun değil Rabia Hatun’dur. Halil İnalcık’a göre, Mal Hatun Ömer adında bir Türkmenin kızıdır. Gerçekten de, Ertuğrul Gazi’nin Bilecik’teki türbesinde Mal Hatun adına bir mezar yoktur. Edebali’nin kızı yanında yatmaktadır, ama adı Bala Hatun olarak gösterilmektedir. Mal Hatun, Osman Gazi’nin Bursa’daki türbesinde de yoktur. Öyle anlaşılıyor ki, tarih yazıcıları Osman Gazi soyuna ayrıcalık kazandırmak amacıyla Edebali ile Osman Gazi arasında bir bağ kurmak istemişlerdir. Bilecikliler ve Bilecik’te görevli bürokratlar, türbeyi gezenlere, Mal Hatun ile Bala Hatun’un aynı kişi olduğunu anlatırlar.

Osmanlı Devletinin kuruluş efsaneleri içinde Süleyman Şah adı önemlidir. Tarih kitaplarımızın önemli bir kısmı Süleyman Şahı Ertuğrul Gazi’nin babası olarak anlatıyor. Hoca Sadettin Efendi (1536,7- 1599) Tacü’t Tevarih adlı kitabında, Kaya Alp oğlu Süleyman Şah’ın, dört oğlu ve aşireti ile birlikte yurdundan çıkıp batıya göçerken, Suriye’nin kuzeyinde Caber Kalesi yakınlarında Fırat nehrinde boğulduğunu, oğullarından ikisinin, Sungurtekin ile Gündoğdu’nun geriye, kendi yurtlarına döndüklerini, Ertuğrul ile Dündar’ın yollarına devam ettiklerini yazıyor ve bugün bile buradaki kabre Türk Mezarı derler diyor. Bugünkü genel kabul de böyledir.

Oysa, tarihçiler bu açıklamaları benimsemiyor. Gerçi bir Süleyman Şah vardır. Paul Wittek, bu kişinin Birinci Haçlı Seferine kadar (1097) bir süre İznik’e egemen olan Selçuklu ailesinden Kutalmışoğlu Süleyman olduğunu yazıyor. Süleyman Şah Suriye’de Halep dolaylarında bir savaştan sonra ölmüştür ama suda boğularak değil. Oğlu Kılıç Aslan, daha sonra, aynı ülkede Habur Nehrinde boğulmuştur. Öyle görünüyor ki, oğulun ölümü, halk destanlarının kahramanı olması gereken babaya yakıştırılmış, ikiyüz yıl kadar sonra da Osman Gazi’nin büyükbabası yapılarak Osmanlı tarihine eklenmiştir.

Bu tür anlatımlar sadece bize özgü değil. Veli (ermiş, eren) geleneği ile hıristiyanlıktaki saint (aziz) anlayışı arasında bir yakınlık kurulabilir. Örneğin Heredot, Keyhüsrev’in büyük pederinin Mendane namındaki kızının bütün Asya’yı tufana garkeden rüyasını nakletmekten çekinmez. Lari ve ondan naklen Gibbons Cengiz Han’ın validesi (nin) bir semavi şule teneffüsiyle hamile kaldığını rivayet ederler. Bu nedenle, vilayetname ve menakıbnameleri doğrudan doğruya islamın ve tasavvufun veli geleneği üzerine oturturken dikkatli olmalıyız. Evveliyatı olan bir gelenek bu. Saint, hıristiyan mistisizminde de Allaha yakın, Allah dostu bir kişi olarak algılanır. Ama daha öncesi de var. Türkçe konuşan kavimler İslamiyetten önce Şamanizm, Budizm, Zerdüştlük, Mazdeizm, Maniheizm, Musevilik gibi pek çok dinsel inanç anlayışlarını, bazen siyaseten, bazen kendi kültürleriyle uyum halinde görüp benimsemişledi. Bu inanç biçimlerinin dünyayı, evreni, Allah kavramını anlayış ve yorumlayışı ve bunlara dayalı olarak yarattığı ritüeller, değişik sentezlere tabi olarak yüzyıllar boyu değişe değişe menakıbname ve vilayetnamelere yansıyarak günümüze kadar geldi.

İslamiyetin kabulünden çok önce Oğuz Destanı gibi önemli bir mahsul verebilmiş Türk Destani geleneği, şüphesiz İslam öncesi dini etkileri geniş ölçüde yansıtıyordu. Prof. Ahmet Yaşar Ocak, Türk ve İslam menkıbeleri ile Budizm, Musevi, Hıristiyan kaynaklı menkıbeler arasındaki benzerlikler konusunda pek çok çarpıcı örnek veriyor. Battal Gazi ile ilgili bir örnek: Battal Gazi, Emevi ordularının Bizans’a karşı yürüttükleri savaşlarda 740 yılında ölmüş olan bir Arap kahramanıdır. Eskişehir’in Seyitgazi İlçesi adını Seyit Battal Gazi’den alıyor. Ona ait olduğu varsayılan türbe Seyitgazi’dedir. Heybetini ve kahramanlığını simgeleyen sandukası yedi metre uzunluğundadır. Bugün bu türbeyi ziyaret edenler genellikle Türk kahramanlık öykülerini dinlerler. Öte yandan, ona ilişkin menkıbeleri 10. ve 11.yüzyıllarda Rumlar da benimsemişlerdi. Onların destan kahramanları Digenis Akritas hem Bizanslı hem de Arap karakteri taşıyordu... sadece Araplara karşı değil, zaman zaman Rumlara karşı da savaşan bir kahraman olarak anlatılıyordu. Saltıkname, Saltık’ın soyunu Battal Gazi’ye bağlıyor.

Bu anlatımların din ve mezhep farklılıklarıyla ilgisi yok. Hıristiyan azizi de ejderha öldürür, Müslüman azizi de. Hıristiyan azizi de şu veya bu hayvanın donuna girer, Müslüman azizi de, Budist azizi de. Hepsi denizden geçer, havada uçar. Gerçek dünyadaki güçsüzlüğünün bilincinde olan insanoğlu, kendi varoluşunu bu yolla kanıtlamaya, kendisine ya da mensubu olduğu topluma bir anlam kazandırmaya çalışmaktadır.

Vekayiname , Vakanüvislik Geleneği

Bizim tarih yazıcılığımız, Cumhuriyet öncesinde “vakanüvislik” (olay yazıcılığı) geleneği üzerine oturuyordu. Vekayinameler olayların günlük tutar gibi peşpeşe yazılması şeklinde oluşuyordu. Vakanüvislik, başlangıçta resmi bir görev değildi. İlk resmi görevlendirmenin II. Mustafa döneminde, 1700 yılında yapıldığı ve bu göreve Naima’nın (1655-1716) atandığı anlatılıyor. Son vakanüvis Abdurrahman Şeref Efendi, ilk vakanüvis olarak Hoca Sadettin Efendi ‘yi (1536-1599) anıyor.

Vakanüvislerin yazdığı vekayinameler içinde de efsaneler, menkıbeler olabiliyordu. İlber Ortaylı, Osmanlı vakanüvisliği geleneğini anlatırken, ideoloji kavramını “akide” (dogma) kavramı ile tamamlıyor ve Osmanlı vakanüvisinin akidesi devlet ve nizam-ı alemdir (abç); O, bunu kendinden önceki nesillerden tartışmasız bir miras olarak almıştır... Hepsinin ortak bir yanı vardır: Aynı ideolojinin etkisinde kalem oynatırlar. Bu anlayış çerçevesinde, menkıbeleri gerçek tarih gibi yorumlamak safdilliğini de gösterirler diyor . Ona göre, vakanüvis efsane ile gerçek olayı ayırt etmekte pek titiz davranmaz... Aşıkpaşazade’nin Osmanlıları Rumeli’ye sallar üstünde geçirmesi, Macar tarihyazıcı Brodariç’in Kanuni Sultan Süleyman’ı, Hıristiyan hacı kılığında Budin’e sokup kapıları gizlice Osmanlı ordusuna açtırması gibi örnekler sonsuzdur. Bu noktaya, Cevdet Paşa (1822-1895) da işaret etmişti. 12 ciltlik Tarih kitabına yazdığı önsözde, ... tarihe geçirilecek ve her fıkrasından ibret alınacak olaylar... ya ihmal edilip unutulmuş, ya da düzeltilmeden ve tenkit edilmeden yazılmıştır diyordu.

lk Osmanlı tarihçilerinden birisi olarak anabileceğimiz Aşıkpaşazade de Tevarih-i Ali Osman adlı kitabında menkıbelere, rivayetlere dayanıyordu. Öyle anlaşılıyor ki kendisi de bunun farkındaydı. Zaman zaman, "bir nice rivayet vardır, en doğrusu benim anlattığımdır", ya da "bu menkıbeleri ki yazdım, vallahi hepsine bilgim vardı, ondan yazdım" demek gereğini duymaktadır.

Vakanüvisler genellikle saraya yakın kişilerdi. İmparatorluğun çeşitli bölgelerinde belli bürokratik görevler üstlenebilirlerdi. Görüp yaşadıklarını, kendilerinden öncekilerin yazdıklarına ilave ederek yazıya dökerlerdi. Genellikle sultanın-sadrazamın arzusu, emri üzerine yazarlardı. Bazen kendiliklerinden yazarlar ve yazdıklarını sultana-sadrazama sunar, ya da ithaf ederlerdi. Zaman zaman gözden düşmeleri ve şartlar değiştiğinde yeniden ikbale ermeleri mümkün olurdu.

Vekayinamelerin sadece olayları kaydetme amacını gütmedikleri, belli bir dünya görüşünü (ideolojiyi) taşıma ve yaşatma amacını da gözettikleri anlaşılıyor. Orta sınıf halk ve bilhassa askeri zümreler arasında okunmak için, bir nevi halk destanı şeklinde ve halk dili ile... yazılan bütün bu gibi tarihi eserler 15. asrın son yarısında pek çoğalmıştı. İlk yazılışları daha evvelki zamanlara ait olan ve sonradan meçhul yazıcılar tarafından zaman zaman yapılan ilavelerle, yakın yıllara doğru ilerletilen bu eserlerin, en ziyade Rumeli’deki askeri sınıfların ve serhat halkının psikolojisine göre yazıldığı görülür.

Yazılanlar içinde, duruma göre övgüler ve yergiler, kişisel (sübjektif) değerlendirmeler bulunabilirdi. Örneğin, Abdurrahman Şeref Efendi, Haçlı Seferlerini ve Moğol istilasını ... "iki büyük bela İslam memleketlerini istilası altına aldı. Frenk Haçlıları, hac taassubuyla, Moğol Tatarlar da yağma iştiyakıyla... her iki caniler güruhu, uğradıkları yerleri harebazar ve vahşetzar etmiştir. Akıttıkları kan selinin rengini tarih şimdiye kadar akıttığı gözyaşları ile biraz olsun açamamıştır... Orta Çağ’da şartların tesiri ile işledikleri günah ve isyanları... Kudüs-ü Şerif’i ziyaret etmek suretiyle izale ettiklerine inanmak..." duyarlılığı içinde anlatıyor. Çelebi Mehmet’i övgüsü de şöyle: "Allah’ın Osmanlı hanedanını ihya muradı olmasa idi Cenab-ı kadir-i mutlak, faziletleri ve insaniyet kemalatını bir zatta toplayarak öyle bir fetret hengamesinde bu devlete bahş ve ihsan etmezdi." Cevdet Paşa da kitabını sunarken benzer bir anlatımı seçmişti. "Allaha şükür ki ulu padişah Sultan Abdülmecit Han Efendimizin bu asrın en uğurlu günü olan tahta çıkış günlerinden beri maarifi yayma hususunda gösterdikleri cihan değerindeki himmetleri arasında unutulmaya terk edilmiş olan nice güzel eserler ortaya çıkarılmış ve nice yeni olaylar yazılıp ortaya konmuştur..... Aristovari tedbirli, eski sadrazam ve halen Hariciye Nazırı Reşit Paşa hazretlerinin maarife meyil ve himmetleri de benim gayretlerimi teşvik edici olduğundan..." Vekayiname geleneğinin sübjektif , duygusal anlatımlara konu oluşuna daha pek çok örnek bulunabilir. Hoca Sadettin Efendi’nin Tacü’t Tevarih adlı kitabında kuduz köpekler, sapkınlar, pisliklere batmış mırdarlar, edepsizler, başı kopasıcalar, hayasızlar, uğursuzlar gibi nitelemelere sıkça rastlıyoruz.

İlber Ortaylı’ya göre, vekayiname geleneği Cevdet Paşa (1822-1895) ile aşılmaya başlanmış, fakat bilimsel tarihçilik ancak 2. Meşrutiyetten sonra gelişme yoluna girmiştir. Bu dönemde yetişip Cumhuriyet dönemine ulaşan tarihçiler belli aşamalar kaydedeceklerdir. Ancak, Cumhuriyet dönemi tarihçiliği zengin bir mirasın etkisiyle değil, karşılaştığı çıkmaz ve kendi yaptığı başlangıçla gelişmek zorunda kalacaktır.

Cumhuriyet Dönemi Tarihçiliğimiz

1930’lu yıllar, yeni bir Türk Tarih Tezi oluşturma çabalarının yoğunlaştığı yıllar oldu. Cumhuriyet döneminin tarihçileri, çözümü güç bir sorunla karşı karşıya idiler. Hunlar’dan başlayarak Osmanlılara ve yeni Cumhuriyete uzanan tarihsel sürecin bilimsel bir anlayışla, belki de yeni baştan yazılması gerekiyordu. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, (1888-1977), Fuad Köprülü (1890-1966), Zeki Velidi Togan (1890-1970), Mükrimin Halil Yınanç (1899-1961), Cavit Baysun (1899-1968), Ömer Lütfi Barkan (1902-1979), İbrahim Kafesoğlu (1914-1984), Enver Ziya Karal (1906-1982) gibi tarihçiler böyle bir görevi üstlenmek ve artık, Çin, Arap, Hint, İran, Bizans ve diğer batı kaynaklarına da inmek durumunda idiler. Bu kaynakların Türkçeye çevrilmesi başlıbaşına bir sorundu. Üstelik, bu kaynaklarda anlatılan tarihin de tarafgirane yazılmış olması ihtimali yüksekti. Yazarlarının, kendi toplumlarının ideolojisinden tümüyle arınmış olduğunu kabul etmek güçtü. Dolayısıyla, bu kaynaklarda yer alan tarihin kendimize (ideolojimize) maledilmesi için özel bir çaba gerekiyordu. Öte yandan, 1928 Dil Devriminden sonra, eski Osmanlı kaynaklarının yeni alfabeyle yeniden yayınlanması gibi bir görev de belirmişti.

23 yılında kurulan Cumhuriyet, sadece devlet yapısının değiştirilmesi anlamını taşımıyor, daha önemlisi yeni bir “millet” kavramını da hayata geçirmeyi amaçlıyordu. Bu kavram, tarihin içinde sağlam bir temele oturtulmalı idi. Yeni bir ulus yaratılıyordu ve bu yeni ulusun kendine has bir dili ve tarihi olmalıydı. Atatürk’ün, 1931 yılında kurduğu ve 1935 yılında Türk Tarih Kurumu adını alacak olan Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, kendisinden önceki Tarih-i Osmani Cemiyetinin bir devamı sayılabilirdi, ama arayış artık Osmanlıdan ziyade yeni millete yönelikti. Aynı anlayışla, 1932 yılında Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulacak, 1935 yılında Türk Dil Kurumu adını alacaktır. Sonuçta, 1935 yılında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulacaktır. Hatırlanmalı ki, Ankara Üniversitesi onbir yıl sonra, 1946 yılında kurulmuştur.

Bu çabaların, başlangıçta biraz ütopik bir anlayışla yürütüldüğü doğrudur. Halil İnalcık, 1932 yılında toplanan ilk tarih kongresinde medeniyetin Orta Asya’da ortaya çıktığı tezinin işlendiğini anlatıyor: “Orta Asya’da bir iç deniz ve etrafında tarıma elverişli topraklar vardı. Sonra bu iç deniz kurudu ve Türkler dünyanın her yanına dağılarak medeniyeti bu yeni topraklara taşıdılar.” Hararetli tartışmalar oldu. Örneğin Prof. Zeki Velidi Togan böyle bir yaklaşımı gerçekçi bulmuyordu. “Orta Asya’da bir iç denizin varlığı prehistorik devirlere çıkar, o sebeple böyle bir faraziyenin hükmü yoktur” diyordu. Teze yandaş olanlar Togan’a hücum ettiler. Togan, ondan sonra hiçbir zaman makbul bir ilim adamı statüsünü kazanamadı.

Atatürk’ün amacı topluma bir ulus bilinci aşılamaktı. Türk Tarih ve Türk Dil Kurumları çevresinde oluşan-gelişen tarih anlayışının (giderek Türk Devlet İdeolojisinin), Osmanlı ve Selçuk dönemlerini arka plana iterek doğrudan Orta Asyaya bağlandığı ve tarihsel süreci görmezden geldiği ileri sürülebilir. Ord. Prof. Ekrem Akurgal, Atatürk tarafından ortaya konan tarih tezi öne sürülerek, onun Hititlere, İskitlere, Sümerlere, yani eski şark kavimlerine Türklerin ecdadı demekle kökümüzü şarka bağladığı... yolundaki görüşlere itiraz ediyor. "Atatürk ihtilal yarattı... Bu itibarla, yeni bir ruhla techiz etmek istediği millet için Osmanlı Tarihini örnek tutamazdı... Yıpranmamış, tenkitten uzak kalmış, biraz da dasitani ve mitolojik olan bir tarihe ihtiyaç vardır" diyor. Akurgal’a göre, Atatürk’ün tarih tezi, Anadolu’yu Türklerin yurdu olarak görmemekte direnen batı dünyasına karşı bir tür mukabil tez, bir müdafaa silahı idi. Kökümüzü şarka bağlamakla ilgisi yoktu; örneğin Hititler Anadolu’lu idi ve biz onların mirasçısı idik. Kaldı ki, Atatürk, Selçuklu ve Osmanlı tarihinin araştırılması için Avrupa’ya da öğrenci gönderiyordu. Sonradan Türk Tarih Kurumunda çalışacak olan Ömer Lütfi Barkan, Mükrimin Halil Yınanç, Cavit Baysun, Tayyip Gökbilgin, Enver Ziya Karal gibi tarihçilerimiz vardı.

Bu yoruma katılmamak elbette mümkün değil. Cumhuriyet öncesinde var olan devlet ideolojimizin 1930’lu yıllarda sorgulanmaya başladığını, hatta yeni bir devlet ideolojisi yaratma konusunda ciddi arayışlara girildiği açıktır. Devletin kutsallığı anlayışına dayanan, içinde islamı da barındıran devlet ideolojimiz, bu kez, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren oluşmaya başlayan yeni bir unsuru bünyesine alıyordu: Türk ulusunun yüceliği.

Daha önceki yıllarda gerçekleştirilen Tekke ve Zaviyelerin kapatılması, (1925) Kıyafet Kanunu (1925) ....... gibi devrimlerin daha çok şekle ilişkin olduğunu, fakat 1930’lu yılların bu devrimlere ideolojik bir temel oluşturma çabaları olarak anlaşılması gerektiğini ileri sürebiliriz. 1930’lu yıllar, bu çerçevede ilginç bir deneyime daha sahne olur: Güneş Dil Teorisi... Bu teori, Türkçenin dünya tarihinin en eski dillerinden birisi olduğu ve pek çok dilin Türkçeden türediği savına dayanıyordu. Atatürk bu amaçla Tahsin Bey’i Maya kültürünü araştırmak üzere Meksika’ya gönderecek, kendisine sonradan Mayatepek soyadını verecektir. (Tepek Maya dilinde tepe anlamına geliyordu.) Ancak fazlaca bir yandaş toplayamayan bu teori Atatürk’ün ölümünden sonra unutuldu. Önemle hatırlanmalı ki, Türk Devriminin ideolojisini “yeniden kurmak” amacıyla girişilmiş olan Kadro Hareketi de aynı yıllarda (1932-1934) cereyan ediyordu.

Özetle, 1930’lu yıllardan itibaren Türk unsuru ön plana çıkmaya ve İslam öncesi Türk toplulukları önem kazanmaya başlamıştı. Sümer, Hitit, İskit, Hun, Göktürk, Uygur tarihleri özel bir ilgiyle araştırılır. Bahaeddin Ögel (1923-1989) bu amaçla Çin kaynaklarına kadar inecek, Faruk Sümer (1924-1995) Oğuzlar, Türkmenler üzerine eğilecektir. Atatürk’ün direktifleriyle kurulan ilk sanayi tesislerine Sümerbank (1933) ve Etibank (1935) adları verilecek, ezan 1932 yılından itibaren Türkçe okunmaya başlanacaktır.

Tarih, bu dönemde, Türk parantezine alınarak yeniden yazılmaktadır. Gerçi, Türk unsurunun ön plana çıkarılması yönündeki eğilim 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren varlığını hissettiriyordu. Özellikle 2. Meşrutiyetten sonra yeni bir ivme kazanmıştı. Ahmet Ağaoğlu (1869-1939), Mehmet Emin Yurdakul (1869-1944), Yusuf Akçura (1876-1935) ve Fuad Sabit Ağacık (1887-1957) tarafından 1912 yılında kurulan “Türk Ocağı” ve çıkardığı Türk Yurdu Dergisi, sadece edebiyat ve kültür dergisi değil, aynı zamanda bir tarih dergisi idi. Örneğin, tarihçi Osman Turan (1914-1978) 1959 yılından 1973 yılına kadar, aralıklarla üç kez Türk Ocakları Genel Başkanlığı görevini üstlenecektir.

Bu arayışlar ileri geri gidiş gelişlerle sürecek ve günümüze kadar ulaşan toplumsal/siyasi çekişmelerin kaynağını oluşturacaktır. Örneğin Türk Ocakları 1931 CHF içinde eritilip kapatılacak, 1949 yılında yeniden açılacak, Kadro Dergisi iki yıllık bir yayın hayatından sonra 1934 yılında kapanmak zorunda kalacak, Türk Tarih Kurumu 1950-1960 yılları arasında Demokrat Parti tarafından sürekli olarak siyasi müdahalelelere maruz kalacak, 1983 yılında ise yeni bir müdahale ile farklı bir yapıya kavuşturulacaktır.

Yeni Türk Tarih anlayışının coğrafya alanına taşınmaması mümkün olamazdı. Çünkü bu yolla, aynı zamanda yeni bir vatan anlayışı da kurulabilirdi. Nitekim, bu yıllardan itibaren okullar için basılan coğrafya kitapları da yeni bir içerik kazanacaktır. Gerçi Birinci Coğrafya Kongresi ancak 1941 yılında toplanacaktır. Ama ders kitapları daha bu kongre toplanmadan önce yeni tarih anlayışı çerçevesinde yazılmaya başlanmıştır bile. Belirtilmeli ki, ders kitapları, tarihin seyrine bağlı olarak zaman zaman içerik değiştirecektir.

özetle, 1930’lu yıllar, omurgası “kutsal devlet” anlayışı olan Türk Devlet İdeolojisinin Türkçülük/milliyetçilik kavramı ile pekiştirildiği bir dönem olmuştur. Arayışları ve ileri geri gidiş gelişleri ara evreler olarak değerlendiriyorum. Bu ara evreler bazen karşıt bir nitelik kazanmış, bazen bir alt ideoloji olarak, bazen de bir uydu ideoloji olarak varlığını sürdürmüştür. Bu noktalara ileride açıklık getirmeye çalışacağım.

Değerlendirme ve Günümüzün Tarih Anlayışı

İdeolojilerin yarattığı kavramlar karmaşası, tarih algılamamızı da yoğun biçimde etkiliyor, hatta belirliyor. Buna tarihin ideolojiler içinden okunması diyebiliriz. İdeolojik tarih algılaması, tarihsel sürecin, birbirlerinden kopuk olaylar/olgular imiş gibi algılanması sonucunu veriyor. Sonuçta, her tarihsel durumu “o duruma özgü” bir ideoloji içinden yorumluyoruz.

Bu nedenledir ki, son ikiyüz yıllık tarihimizin içinde bile, pek çok tarihsel olguyu bir diğerinden koparıp ayrı kompartımanlar içinde değerlendiriyoruz. Böylece ana damarı yitirip her yeni olgu için yeni bir tarih kurguluyoruz. Bu durumda tarih artık bilimsel bir disiplin olmaktan çıkıyor, ideolojilerin konusu oluyor ve birbirleriyle çelişen, çatışan karmaşık bir tarihsel olgular yumağı ortaya çıkıyor.

Bu tür yaklaşımlarımız, o anda tartışmakta-incelemekte olduğumuz tarihsel dönemin ne kadar çağdaş/çağdışı, ne kadar iyi/kötü, ne kadar bizden/bize karşı olduğunu kanıtlama amacına yönelik oluyor. Yani yine bizi yönetmekte olan bir ideoloji içinden konuşmuş ve sadece bizim bildiklerimizin ne kadar doğru, karşı görüştekilerin ne kadar yanlış olduğunu anlatmış oluyoruz. Özetle, tarihi, bizi haklı, karşı görüştekileri haksız çıkaran bir araç olarak kullanıyoruz.

Ancak şu noktayı özellikle vurgulamalıyız: Bazı başvuru kaynaklarında masal, hikaye, rivayet, efsane ve destanların kullanılmış olması onları yararsız, anlamsız kılmıyor. Bu tür eserlerde o devrin olaylarına, toplumların sosyal, ekonomik, kültürel hayatlarına, gelenek ve göreneklerine ilişkin çok yararlı bilgiler bulabiliriz. Vekayiname ve vakanüvislik geleneği açısından da geçerli bu saptama. İçlerinde sübjektif değerlendirmelerin bulunması o geleneği doğrudan dışlamamızı, hafife almamızı gerektirmiyor. Vakanüvislerin yazdığı “tevarih”, gerek Osmanlı gerekse Osmanlı öncesi tarihimizi okur ve yazarken halen başvurduğumuz kaynaklar olma niteliğini koruyor. Yapılması gereken, yerli ve yabancı arşivlerin taranması, orijinal kaynaklara inilmesi, Halil İnalcık’ın yaptığı gibi saha araştırmalarına girilmesi, vakanüvislik geleneğinden bize kalanların test edilmesidir.

Aynı çaba, doğal olarak, yabancı tarihçilerin yazdıkları için de gerekecektir. Fuat Köprülü, tek yanlı, sübjektif yaklaşımların Rambaud, H.A. Gibbons, H.J. Kramers, Jean Deny, Sokolov, N. Jorga, Diehl... gibi yabancı bilim adamlarında da bulunduğunu ve böylece tarihi gerçekliklerin birer mütearife (gerçekliği apaçık, ispatı gerekmeyen, aksiyom) olarak yazıldığını söylüyor. Batılı tarihçilerin, örneğin Bizans kurumlarının Osmanlı kurumlarına etkisi üzerine yazdıklarını eleştirirken, onları Osmanlı vakanüvislerinden hiç de farklı görmüyor. Köprülü’ye göre, müesseselerin ne gibi safhalardan geçtiğini ve her devirde ve her coğrafi sahada dışarıdan gelmesi muhtemel tesirleri de tespit etmek mecburiyeti vardır. Tarihsel olayların kökenine inen karşılaştırmalı bir tarih anlayışının (genetique ve comparatif bir usulün) benimsenmesi gerekir.

Ama bugün başka sorunlarımız da var. Geçmişi günümüzün kavramlarıyla değerlendiriyoruz. Yüzyıllarca öncesini yazarken laiklik, demokrasi, şeffaflık, sivil toplum, yönetime katılma gibi çağdaş kavramları kullanıyoruz. “Meşveret” olgusunu yönetime katılma -bazen demokrasi-, “siyaseten katl” olgusunu insan hakları, şeyhülislamlık kurumunu laiklik, tarikatları sivil toplum kavramı çerçevesinde algıladığımız oluyor. Din, dil ve milliyetçilik kavramlarını, bugün varolan içerikleriyle ele alıyor, örneğin padişah analarının Türk ve Müslüman olup olmadıklarını araştırıp bulgularımızı tarihmiş gibi sunuyoruz.

Benim kuşağım tarihi böyle okudu. Halen öyle okunmakta, okutulmakta. Özellikle orta öğretimimiz neredeyse bütünüyle efsaneler, kahramanlık destanları üzerine kurulu. Necdet Sakaoğlu, NTV Tarih Dergisinin Kasım 2010 sayısında , “savaş-padişah yaklaşımı 150 yıldır devam ediyor” diyor. Aslında çok daha gerilere de gidebilirdi. Sakaoğlu, İnkılap Tarihi adıyla okutulmakta olan ders kitaplarının yazım ve anlatım hatalarıyla dolu olduğuna, maddi hataların ise devam ettiğine işaret ediyor. Bu konuda çok sayıda örnek de veriyor. Ahmet Kuyaş, aynı derginin aynı sayısında, tarih kitaplarının “baştan sona garip bir Cumhuriyet fetişizmi ile damgalanmış olduğunu yazıyor.

Tarihin kesintisiz bir süreç olduğunu söylüyoruz. Öyle ise bu birbirleriyle çelişiyor, çatışıyormuş gibi görünen eğilimler neyin nesi? Şurası doğru: Tarihi ideolojilerden tümüyle arındırmak mümkün görünmüyor. Sadece mensubu olunan toplumun tarihi yazılırken değil, bir başka toplumun tarihi yazılırken de geçerli görünüyor bu kirlenme. Oysa, yazılan hakikatlerin “aynen o hakikatler” olması ihtimali çok yüksek değil. Çünkü tarihçinin kendisini birtakım sübjektif değerlendirmelerden, mensubu bulunduğu ideolojinin değer yargılarından bütünüyle soyutlaması kolay değil. Tarihin bu değer yargıları çerçevesinde okunup yazılması, içine yüceltici ya da küçültücü ifadeler sokulması her zaman mümkün. Tamam, tarihi ideolojilerden tümüyla arındırmak mümkün değil. Ama tüm yapısı ideoloji olan bir anlatıma tarih demek de mümkün değil.

Aslında tarihin yeniden yazılmasına gerek yoktu. Ama bugün bu yapılıyor ve tarihsel gerçeklikleri araştırmaya çalışanlara resmi bir devlet tarihi anlayışı dayatılıyor. Böylesi bir eğitim sonrasında öğrendiklerimizi test etme, gerekirse yenileriyle değiştirme konusunda çok isteksiz oluyoruz. Çünkü gerçeği zaten biliyoruz. “Geçmişi kurcalamanın ne gereği var yani, olan olmuş” deyip geçiyoruz, Kendi geçmişimizi bilmediğimiz için düştüğümüz bazen acı, bazen komik durumlar oluyor. Ben Ermeni soykırımı iddialarını ilk kez İngiltere’de bir Hintli çocuktan öğrendim. Güya, Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunuydum. Emekli Büyükelçi Temel İskit, bendekine benzer bir eksikliğe işaret ediyor ve “Benim görevde bulunduğum dönemlerde, biz sadece bizi ilgilendirdiğini düşündüğümüz toplantılara katılırdık. Nato, Yunanistan, Kıbrıs... Dünyanın öteki sorunlarına karşı sanki kapalıydık. Katıldığımız toplantılarda da sadece haklılığımızı savunurduk, gerçekten haklı olduğumuzu değil... sürekli haklı olmaktan bıkmıştım... “ diyordu.

Tarih, bizde, biraz da uzak durulması gereken bir alandır. Geçmişimize pek de güvenmediğimiz için midir bu? Efsaneler bize yeter diye düşündüğümüz, buna inandığımız, inandırıldığımız için midir bu? Bilemiyorum, sadece soruyorum. Bu durumun pek çok sosyo-kültürel, siyasal nedeni vardır muhakkak. Fakat, bu toplumun yüzyıllar boyu çok büyük hercümercler yaşamış olması ile de açıklanabilir. Toplum, belki de o acıları bilincinin derinliklerinde saklamayı tercih ediyor. Tarihten uzak durma psikolojisi, belki de böylesi bir iç savunma mekanizmasının çalışması sonucunda doğuyor. Ama öyle anlaşılıyor ki, toplumsal bilincin derinliklerinden “suhuletle”, incitmeden, yaralamadan, onur kırmadan, hatta okşayarak bilinç üstüne çıkarılan tarihi, acı da olsa kabullenebiliyor. Bu konuda ileride ayrıca konuşacağım.

Tarih basite indirgenip zaten biliniyor olunca, bilimsel niteliğini tümden yitiriyor. Bir akademisyen, yazdığı tarih kitabında Küçük Sait Paşayı anlatırken, kendisinden sürekli olarak Sait Halim Paşa diye söz ediyor. Üstelik Sait Halim Paşanın resmini de koymuş o bölüme. Yabancı örnekler de var. Jean Paul Roux’yu okuyunca, Osman Gazi’yi Süleyman’ın “oğlu ya da torunu”, babası Ertuğrul Gazi’yi ise kardeşi olarak görebilirsiniz. Belki bütün bunlar doğrudur, belki baskı hatası vardır; bilemezsiniz. Tarih, hoca öyle dedi, kitap öyle yazdı diye oluşuvermiyor.

Günümüzün tarihçileri ve tarih meraklıları açısından dikkate değer başka çıkmazlarımız da var. Birincisi, yalnız bizim kütüphanelerimizde değil, dünyanın diğer kütüphanelerinde de bulunan, gerek el yazması, gerekse matbu metinleri okuyup anlayabilmemiz için bugünün genel geçer dilleri yanında Çince, Rumca, Arapça, Farsça... gibi dilleri de bilmemiz gerekiyor. İkincisi, 1928 Alfabe Devriminden sonra, Arap alfabesi ile yazılmış kitapları okumada zorlanıyoruz. Yüzlercesinin varlığından dahi haberdar değiliz. Varlığını bilip de henüz kapağını açamadığımız kitap sayısı az değil. Kapağını açtığımız kitapları da okuyamıyoruz. Sadece Arapça ya da Farsça yazılmış oldukları için değil, Türkçe yazılmış olmaları halinde de okuyamıyoruz onları. Çünkü o alfabeyi bilmiyoruz. Oysa, o metinlerin önemli bir kısmı Arap alfabesiyle, fakat Türkçe yazılmışlardır. Üçüncüsü, tamam, bugün Osmanlıca dediğimiz, özü-grameri Türkçe olan bir dille yazılmışlardır ama dilleri eskimiştir; biz o eski dili de bilemiyoruz. Yeni yetme bir İngiliz Shakespeare’i çözemez, ama belli bir eğitim sonunda onu anlar hale gelir; biz eskiyeni anlaşılır kılamıyoruz. Dördüncüsü, eski metinleri yeni Türkçeye çevirme yeteneğine sahip kişilere de, önceki nedenlere bağlı olarak, fazla güvenemiyoruz. Buna, belki, bugünkü Türkçelerinin yeterli olmadığını da eklemelisiniz.

1928 yılında Latin Alfabesinin kabulünün kültürel mirasımızla olan ilişkiyi kopardığı ileri sürülebilir. Gerçi, Türkçenin, Arap harfleriyle yazılmaya elverişli olmadığı çok daha önceleri ciddi biçimde tartışılıyor ve yeni formüller üzerinde duruluyordu. 1850’lerde Azeri reformatörü Mirza Fethali Ahundzade, Osmanlı Encümen-i Daniş’ine (İlimler Akademisi) Latin harflerinin kabulünü önerdiğinde kapı dışarı edilmedi.... kendisine hak verdiler, bir de Mecidiye nişanı. İlber Ortaylı, 1920’lerdeki okur yazarlık oranının düşüklüğünü gerekçe göstererek, eski ile yeni arasında bir kopukluktan söz edilemeyeceğini söylüyor. Fakat, hiç değilse yeni alfabe benimsendikten sonra, eski ile yeni arasında bir bağ kurulması uygun olmaz mıydı? Ortaylı, böyle bir arayışa girilmediğini ifade ediyor. "Eski harflerin ve Osmanlıca eğitiminin ilk yıllarda Darülfünun Edebiyat Fakültesi dışında tamamen reddedildiği doğrudur... bu konu Batı Avrupa’da örnekleri görülen ve tarihçi ve filolog yetiştirmeyi amaçlayan klasik gimnazyumlarda (bizde edebiyat lisesi olabilir) çözümlenebilir" diyor. Ama çözümlenmedi, ya da çözümlenemedi... Kopukluk devam ediyor.

Cemil Meriç anlatıyor... Ebu’l ula Mardin, Cevdet Paşa hakkında şöyle demiş: "Cevdet Paşa, herkesi okur yazar bir hale getirebilmek için dilin sadeleştirilmesi lüzumuna kail olmuş, tumturaklı... yazıların açık Türkçe yazılmasını ve dilimizde en güç ilmi bahislerin bile yazılabileceğini ileri sürerek bu vadide yazdığı yazıları misal olarak göstermiştir." Cemil Meriç, böylesine iyi niyetle tarih yazmış olan Cevdet Paşa’nın başına gelenleri bakın nasıl özetliyor: Sabah Gazetesi Cevdet Paşa Tarihini yeni harflerle yayınlamış. Sevindirici bir gelişme, ama aması var. Cevdet Paşa, Koçi Beyin IV. Murad’a sunduğu önerileri anlatırken Koçi Bey hakkında zat-ı maarif simat (bilim, bilgi sever) sıfatını kullanmış. Bu sıfat yeni baskıda Koçi Beyin üstünden alınıp IV. Murad’a yüklenmiş, maarif isteyen IV. Murad biçimine girivermiş. Cevdet Paşa, Şanizade’nin "askerin perişanlığı esbabını beyan ediyor" cümlesini aktarıyor. Bu cümle yeni baskıda, !askerin sebeplerini anlatma yolunda" oluyor. Cemil Meriç, Hürriyet Gazetesi tarafından yayınlanmış olan Namık Kemal’in Osmanlı Tarihi ile ilgili olarak da çok komik ve çok acı Türkçeden Türkçeye çeviri hataları buluyor.

Milli Eğitim Bakanlığı, Aşıkpaşazade Tarihi’ni “Aşık Paşaoğlu Tarihi” adıyla yayınlıyor. Yazarın adını bile güncel dile getirme çabası hangi kaygıdan kaynaklanıyor? Kaldı ki, kitaba müdahale bundan ibaret değil. Kitabı düzenleyen Nihal Atsız, sunuş yazısında bakın ne diyor: "Müellif bablara ayırdığı eserinde hemen her babın sonuna birtakım manzumeler de eklemiştir. O babdaki tarih vakaları ile ilgili olan bu manzumeler gayet bozuk bir aruzla yazılmıştır. Şiir bakımından hiçbir değeri olmadığı gibi eserdeki güzel ve akıcı Türkçeden de bu manzumelerde eser yoktur. Bu sebeple boşuna yer kaplamaması için bu acemice manzumeleri buraya almadım." Tarihte yer etmiş bir kitabı güncel hale getiriyorsunuz ve fakat güncellik sizin günceliniz. O halde, bazı bölümlerin acemice yazıldığına, metin içinde yer alan şiirlerin hiçbir değeri olmadığına siz karar verebilir ve onları hiç yazılmamış sayabilirsiniz. Siz zaten biliyorsunuz, okuyucuya aktardığınız bilgi de onun zaten’i olacak.

Peki, yabancı dillerden çeviriler?.. Türkçeyi bilmeden, kitabın konusu hakkında hiç bilgi sahibi olunmadan yapılan çeviriler var. Örneğin, Norman Itzkowitz’in Osmanlı İmparatorluğu üzerine yazdığı kitabı Türkçeye çeviren kişi, Türklerin -ve Arapların- Anadolu’ya “Rum diyarı” (Roma ülkesi) dediğini bilmediği için olsa gerek, Anadolu Selçuklu Devletinden, “Rum kökenli”, “Rum asıllı” Selçuklular olarak söz ediyor. Belki Itzkowitz de bilmiyordu bu gerçeği, belki o öyle yazdı da çevirmen aynen tekrarladı onu. Bilemiyoruz...

Bu kadar da değil... Tarih son yıllarda ekonomik değer taşıyan bir meta haline de getirildi. Artık orijinal kaynaklara gitme zahmetine katlanılmadan yazılmış tarih romanları aracılığıyla öğrenir hale geldik tarihi. Televizyon kanallarında yeniden kurgulanmış bir tarihi fon olarak kullanan dizi filmler, belgeseller yayınlanıyor. Tarih bitiyor, ama film bitmiyor, yeni tarihler kurgulanıyor. Öte yandan, tartışmalı özel tarih programları yayınlanıyor. Aynı olay/olgu herbir tartışmacı tarafından yepyeni bir kurguyla yeniden yaratılıyor.

Bunların tarihe ilgi çekme açısından taşıdıkları önem tartışılamaz, fakat okuyucuda, izleyicide, tarihin kendisini öğrettikleri gibi bir algılamaya yol açtıkları da kesindir. Tarihlerde edebiyat yapma külfetine katlanmak istenir birşey olmadığı gibi sadece edebiyat endişesiyle yazılmış olan tarihlerde hikayelerin gerçeklere uygunluğu pek aranmamıştır. Onun için eski vakalara dair yazılmış olan kitapları incelerken evvela bu kitapların ne maksatla yazıldığını bilmek lazımdır.