10 Aralık 2011 Cumartesi

Tarih, Bilim ve Mülkiye

Epey yaşadıktan sonra öğrendim ki, bize lise çağlarımızda öğretilen fizik, 1900’lerden itibaren bütünüyle değişmeye yüz tutmuş. Newton fiziğinin determinist anlayışı altüst olmuş. Bize sadece adı öğretilen Einstein bu yeni anlayışın doğmasına katkıda bulunmuş bulunmasına, velakin o bile “Tanrı zar atmaz” diyerek bu yeni anlayışa karşı çıkmış.Yeni yeni fizikçiler türemiş. Meğer dünya o kadar da kolay bilinemezmiş. Kuantum fiziği böyle diyormuş. Bu arada bilimin tanımı da değişmiş. Bilim, yüzyıldır kesin oldukları savunulan doğrular üzerine değil, aksi savunulabilen tezler üzerine inşa ediliyormuş.

Benim lise hocalarım bu gelişmeden habersiz mi idiler? Neden bizlere kesin bilimsel yasalardan söz etmeyi sürdürdüler? Bizim aldığımız eğitim, “bilim nedir?” sorusuna verilegelen cevapları neden duymazdan geldi?

Benim kuşağım açısından, bu ihmalin mantıklı bir açıklaması var. Yeni bir devlet kurmanın, yeni bir ulus yaratmanın, Cumhuriyet ilan etmenin, ardından devrimleri gerçekleştirmenin tek yolu bilimin katı determinizmine bağlanmak en akılcı yoldu da onun için. Sorunlarımız somuttu ve çözüm için somut reçeteler gerekirdi. Mutlaklığı tartışmalı yeni bilim anlayışı gündemdeki somut sorunları çözemezdi. O yüzden, bilimin tanımı 1900’lerden itibaren indeterminist bir doğrultuda gelişedursun, biz bilimsel kesinliği baş tacı eden pozitivist bir anlayışa olan bağlılığımızı devam ettirmek zorundaydık. Pozitivizm, deney ve gözlem dışında kalan, ölçülemeyen hiçbir sebep - sonuç ilişkisini kabul etmiyordu. Yeni bir devlet, yeni bir ulus yaratmak için bilinemez bir dünya açıklaması yerine kesinkes bilinir bir dünya açıklaması gerekiyordu. Bu durumda yeninin indeterminist dünyası ihmal edilmeli, geleceğimiz pozitivizmin kesin açıklamalarına dayandırılmalı idi. Toplumun daha iyi düzeylere taşınması ancak böyle mümkün olabilirdi.

Olayın felsefi derinliği de vardı elbet. Aristo mantığı, yaptığımız seçimi destekliyordu. Bir şey aynı zamanda iki şey olamazdı, aynı anda iki ayrı yerde bulunamazdı, hem bu- hem o olamazdı. Ya ak ya kara vardı... Doğru ve yanlış, iyi ve kötü, güzel ve çirkin, gerçek ve batıl vardı. Oluşum halindeki bir toplumun ya ölüm ya kalım yolunu seçmesi çok doğaldı. Tanzimat, Meşrutiyetler ve Cumhuriyet kuşakları kesin doğrunun peşinde koşmak zorunda idiler. Yeni Osmanlıların, Jön Türklerin, İttihat Terakkicilerin, Cumhuriyet aydınlarının Ogüst Comte sosyolojisini benimsemeleri, çoğunun kesinci düşünce ve eylem adamlarını okuyup örnek almaları bir rastlantı değildi. Hayatta en hakiki mürşit ilim olmalıydı.

Bu mantık, hiç değilse 1950’lere kadar geçerli bir mantık gibi görünüyor. Ama son elli yıl, yani artık Cumhuriyet kurulduktan, devrimler yerine oturduktan sonra da devam etmesini anlamak zor. Fakat durum hala bu ise, o zaman oturup derin derin düşünmemiz gerekiyor.

Şunu seziyorum: Pozitivist dünya açıklaması, sonraki yıllarda, bizim bireysel ve toplumsal dinamizmimizi öylesine esir aldı ki, bizler artık verili bilim dışında hiçbir şeyi merak etmeyen, soru sormayı gereksiz sayan, zaten var olan kesin cevapları da zaten bilen, değilse de bir bilen üstada danışan insanlar haline geldik. Üstad bazen şeyh, bazen falanca TV kanalı, bazen partimizin başkanı oldu... Bireyler kayboldu!...

Niye soru soracaksınız ki? Zaten her şey, siz bilmeseniz de biliniyor. Sizin yeni yeni bilgiler, tezler, görüşler icad etmenize, beyninizi ayrıca yormanıza gerek yok ki! Dahası, böyle bir çaba, mutlak doğruları kurcalayıp dejenere ettiğiniz anlamına da gelebilir ki bayağı tehlikelidir. Susacaksınız, size öğretilenleri ezberleyeceksiniz; iyice sıkışırsanız hemen bir üstada koşacaksınız. Bu yöntem sadece pozitif bilimler için değil, hatta daha çok sosyal bilimler için geçerli. Sonuçta, içtihat kapılarını açmak üzere yola çıkmış olan bir modernleşme süreci, kendi dışına kapı kapayacak hale geldi. Bir trajedi imiş gibi görünen bu çelişkiye günlük yaşamımızda sık sık tanık oluyoruz. Ya ak olanı seçmeliyiz ya kara olanı; arada başka seçenek -gri bile- göremez oldu beyinlerimiz. Öteki renkler ise hepten ayrıntıdır, ha var ha yokturlar.

Liseden sonra Mülkiyede aldığımız eğitimin mantığı da bu minval üzre mi kurulmuş idi? Sanırım ana hatları itibariyle öyle idi. Gerçi, Mülkiye, kimbilir, belki, öteki eğitim kurumlarına kıyasla, biraz daha geniş açılı bir eğitim veriyordu, farklı görüşlere biraz daha hoşgörülü idi. Ama bu, onunla ötekiler arasında bir nitelik değil, sadece bir nicelik farkı olarak beliriyordu. Bunun nedenini tam olarak kestirebilmiş değilim. Şimdi birkaç açıklama girişiminde bulunacağım:

İlk açıklamam, okulumu öteki okullardan farklı görme içgüdümle ilgili olmalıdır.

Bir başka açıklama, Mülkiyenin batılılaşma hareketlerimize denk düşen kuruluş tarihi ile ilgili. Bu noktada bir çelişkiye düşmek istemem. Çünkü daha önce dediğim gibi, bizim batılılaşma çabalarımız pozitivizmin, yani katı bilimselciliğin tam da göbeğinde yeşermiştir. Böyle olunca, eğitim sistemimizde eleştirdiğim sorgusuz sualsiz kabullenme eğiliminin Mülkiye için de geçerli olması gerekir. Mülkiyenin böylesi bir katı özü içinde hala barındırdığını düşünüyorum. Ama, öte yandan, 19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın ilk çeyreği, sıkısıkıya kapatılmış olan içtihat kapılarının da zorlandığı yıllar olmuştur. Mülkiye, böylesi bir ilerici potansiyel ile de tanışmak durumunda idi. Özetle, Tanzimatla başlayıp Cumhuriyetle devam eden ve sosyolojik anlamda devrimci sayılması gereken bir anlayışın içinde doğup büyüdü. Yani, paradoksal biçimde, birbirlerine zıt iki anlayışı birlikte yaşadı.

Çizmeye çalıştığım bu genel resim, aynı tarihsel ortamda kurulmuş olan Mühendis, Tıbbiye, Harbiye, Sanayii Nefise... mektepleri için de geçerli olmalıdır. Ancak, örneğin Boğaziçi ve Ortadoğu Teknik Üniversitelerini bu resme dahil edemiyorum. Onlar, batılılaşma çabalarımızın değişik bir perspektif içinden algılanmaya başlandığı sonraki dönemin birer ürünü olarak görünüyorlar. Bu saptama, bu okulların tarihsel süreç içinde üstlendikleri olumlu misyonu kesinlikle gözardı etmiyor elbette.

Aklıma şunlar da geliyor: Örneğin, kamu kesiminde görev almış olan Mülkiyelileri -ve o resme dahil ettiğim öteki mekteplileri- katı eğitim sistemimizin öğretilerini daha kolay hazmeder halde görüyorum. Onlar daha kestirmeden, ak-kara kestirmesinden gidiyorlar; ülkeyi daha kolay "kurtarabiliyorlar"; sorgulamalara karşı daha az hoşgörülüler. Oysa özel kesimde görev almış olanlar geniş düşünmeyi, alçak gönüllü olmayı, soru sormayı, cevap aramayı daha iyi beceriyorlar. Bu da belki, hani o demin dünyayı değişik bir perspektif içinden gördüklerini söylediğim yeni okulluların etkisiyle oluyordur. Çünkü biz eski mektepliler devlet için yetiştirildik. Okullular ise devletin nisbeten rahatladığı dönemin öğrencileri.

Açıklamalarım yeterli değil, biliyorum. Demek ki bir olguyu birkaç nedene indirgeyerek açıklamak mümkün değil. Zaten niyetim kesin cevaplar bulmak değil, sadece soru sormak.

Ama ben Mülkiyeyi, cevaplarını bulamamış olsam da, bana bu tür soruları sormayı öğrettiği için giderek daha çok seviyorum...

Hiç yorum yok: