23 Haziran 2013 Pazar


  Cumhurbaşkanlığı Forsu

Siyaseten kendisini kanıtlamış olan siyasi birliğin simgesi bayraktır. Bizde, değişik dönemlerde, davul, hutbe, para bastırma gibi unsurlar da egemenliğin simgeleri olarak kullanıldı. İngiliz asilzadeleri ailelerini simgeleyen armalar kullandılar, halen kullanıyorlar. Bugünkü Birleşik Krallık da monarşiyi simgeleyen bir arma kullanıyor. (Royal Standard, Royal Arms) Birleşik Krallığa bağlı İskoçya, Kuzey İrlanda ve Galler’in birbirlerinden nüanslarla ayrılan armaları var. Osmanlı hanedanı da zaman zaman değişen bir arma kullandı. Osmanlı armasında, Osmanlı ve Hilafet Sancaklarının  -ki birisi yeşil, diğeri kırmızı iki sancaktır, birbirlerine karşı çatılmış bir halde dururlar, üzerlerinde birer ay vardır- tam ikisi arasında ve fakat biraz yukarıda padişahın tuğrası bulunur. Bunları, tarih boyunca kullanılmış çok sayıda savaş aleti çevreler. Alt kesimde devlet nişanları resmedilmiştir.

Bilecik Belediyesi, herhalde 2010 yılı  sonrası olmalı, bu Osmanlı armasının, daha da kalabalıklaşmış görünen, “üç boyutlu bir heykelini” dikmiş. Tam da şu anda işgal ettiği tarihi bir binanın önündeki küçücük alanda. Fena mı olmuş? Bilemedim... Bilecik Belediyesi, benim gençliğimde, yani 1950’lerde, -hayır, annemin, babamın çocukluklarında- Türkiye’nin birkaç yatılı orta okulu olarak kullanılagelen bu Osmanlı yapısını bir müze haline getirilip de o müze içinde sunulsaydı bu Osmanlı arması, daha mı fena mı olurdu?

Nostaljiyi bırakıp konuya dönelim.

Hanedan gitti... Cumhuriyet için de illa bir armaya ihtiyacımız olmalı mıydı? Adı bu kez neden arma değil de fors oldu? Devleti simgeleyen bir bayrak yanında fors ne anlama gelmektedir?

Bu soruların cevabını Cumhurbaşkanlığının internet sitesinde arayabiliriz.[1] Ancak, Cumhurbaşkanlığının internet sitesinde forsun tarihine ilişkin doyurucu bir bilgi yoktur. Verilen teknik bilgiler yanında, 25 Kasım 1925 tarihinde Türk Tarihi Tetkik Cemiyetinin fors yerine Cumhuriyet Arması kavramını kullandığı, ancak bunun öncesi ve sonrası ile ilgili bir bilgi ve belgeye ulaşılamadığı anlatılmaktadır. Sitede verilen bilgilere göre, 16 yıldızdan 9’u eski (Orta Asya) Türklerin sancaklarında kullandığı 9 tuğu, 7 yıldız ise Anadolu Türklerinin sancaklarında kullandığı 7 tuğu temsil etmektedir. Forsun, zaman içinde değişikliklere uğradığı anlaşılıyor. Forsun tanımını yapan ilk belge 22 Ekim 1925’te çıkarılan Sancak Talimatnamesi. Fakat, ilginçtir, forstaki güneşin Türkiye Cumhuriyeti’ni, 16 yıldızın ise bağımsız Türk Devletlerini temsil ettiği görüşünü, ilk kez, 1969 yılında, Harita Yüzbaşı Akib Özbek Türkiye Cumhurbaşkanlığı Forsu ve Taşıdığı Anlam isimli kitabında ortaya koymuş. Bu görüş izleyen yıllarda kabul görmüş. Bu çelişkilerin, sancak, arma, flama, fors kavramlarının birbirlerinin içinde gelişigüzel kullanılmasından kaynaklandığını düşünebiliriz. 

       Fors, 1978 yılında bir değişiklik geçirmiş, son halini, 1936 tarihli Türk Bayrağı Kanununu değiştiren 22 Eylül 1983 tarihli kanuna dayanılarak çıkarılmış olan 25 Ocak 1985 tarihli Tüzük ile almış. Tüzükte, forsun ölçüleri, güneş ve yıldızların rengi, ayrıca nasıl kullanılacağı, -örneğin masanın sol gerisine konacağı- belirtiliyor. Gerek kanunda gerekse tüzükte, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin “ara-resmi” ideolojisinin izlerini görmemek mümkün değil.

       Cumhurbaşkanlığı forsundaki onaltı yıldız tarih boyunca kurulmuş bulunan bağımsız Türk Devletlerini simgeliyor. Bu devletlerden ilk dördü Hun İmparatorlukları. (Büyük Hun, Batı Hun, Avrupa Hun, Ak Hun.) Diğerleri sırasıyla Göktürk, Avar, Hazar, Uygur, Karahanlılar, Gazneliler, Büyük Selçuklular, Harzemşahlar, Altınordu, Timur, Babür ve Osmanlı Devletleri. Bir daire çevresinde yıldız şeklinde sıralanmış olan bu devletlerin merkezinde bir güneş var ve Türkiye Cumhuriyetini simgelemekte. Devletlerin kuruluş ve yıkılış tarihleri de veriliyor. (EK X)

       Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığının yayınladığı bir kitap, onaltı bağımsız Türk Devleti saymanın güç olduğundan söz ediyor ve tarihi belgeler ne kadar zorlansa da Türk Devletlerinin sayısını 10’un üstüne çıkarmanın mümkün olmadığını yazıyor.[2]  Fors oracıkta dururken, devletin Kültür Bakanlığının böyle bir kitabı yayınlaması ilginç değil midir? Kitabın 1993 yılında yayınlandığını ayrıca belirtmeliyim.

       Aslında, Cumhurbaşkanlığı forsunun benimsediği devlet merkezli yaklaşım açısından bakılınca, Türk Devletlerinin sayısını azaltmak yerine artırmak da mümkündü. Tarih kitaplarının “beylikler” adıyla andığı öteki Türk siyasal birlikleri, hatta Tabgaç, Türgiş, Özbek, Karluk, Avar, Peçenek, Kıpçak, Sabar... Devletleri de alınabilirdi listeye. Liste dar tutulunca (!?) Kirman, Suriye, Irak Selçuklularını yok saymamızda bir sakınca olmayabilir. Asıl önemli nokta, Anadolu Selçuklu Devletinin listeye alınmamış olması. Bu yokluğu, Büyük Selçuklu Devletinin devamı sayılmış olması ihtimaline bağlayabiliriz. Ama o zaman da Büyük Selçuklu Devletini 1157’de bitirmeyip hiç değilse yüz yıl kadar daha yaşatmak gerekirdi. Forsta Akkoyunlular, Safeviler, Kölemenler (Memlukler) de yoktur. Akkoyunlu Uzun Hasan’ı 1473 yılında Otlukbelinde, onun sulbünden gelen Şah İsmail’i 1514 yılında Çaldıran’da yendiğimiz, Memlukları 1517’de yıktığımız için mi yok onlar listede? Anadolu Selçuklu Devleti onaltı Türk Devleti arasına sokulmamıştır ama, 1402 yılında Yıldırım Bayezit’i yenip Anadolu’yu tarumar eden ve Osmanlı Devletini bitme noktasına getiren Timur İmparatorluğu listeye girmiştir. Madem Timur İmparatorluğu forsumuza girmiştir, o halde Cengiz İmparatorluğunun da doğal olarak o listede bulunması gerekebilirdi belki.

Anadolu Selçuklu Devleti onaltı Türk Devleti arasına sokulmamıştır ama, 1402 yılında Yıldırım Bayezit’i yenip Anadolu’yu tarumar eden ve Osmanlı Devletini bitme noktasına getiren Timur İmparatorluğu listeye girmiştir. Barthold, Timur’un aşağı tabakadan, yol kesici... birisi olup, kendisini asilzade olarak tanıtmak ve Cengiz Han ile aynı soydan geldiğini göstermek için sahte bir soy kütüğü düzenlemiş olduğunu söylemektedir.  Benzer bir görüş Bahaeddin Ögel tarafından, Timur’un kendi atası saydığı Cengiz Han’a kadar götürülmektedir. Ona göre, Cengiz Han akıllı bir eşkiyadan başka birşey değildi.  Olsun, madem Timur İmparatorluğu bir Türk Devleti olarak Cumhurbaşkanlığı forsumuza girmiştir, o halde Cengiz İmparatorluğunun da doğal olarak o listede bulunması gerekmez miydi? Timur ve Cengiz Han ile ilgili alıntıları yaptığım kitapların Cumhuriyet kuruluşları olan Türk Tarih Kurumu ve Milli Eğitim Bakanlığı yayını olması üzerinde ayrıca düşünülmeli.[3] Bir yanda Cumhurbaşkanlığı forsu, öte yanda Cumhuriyet kurumlarının forsu nakzeden yorumları! Bu örneklerle Türk devletlerinin sayısını artırmaya ya da azaltmaya çalışıyor değilim. Cumhuriyeti temsil niteliği taşıyan bir simgeyi yaratırken bile içine düşülen garip çelişkileri vermeye çalışıyorum. Cumhuriyeti devlet kurmakla özdeşleştiren ve fakat bunu yaparken, tarih şöyle dursun, mantığı bile zorlayan anlayışa dikkat çekmek istiyorum.

Şimdi söyleyeceklerim ayrıntı sayılmalı. Cumhurbaşkanlığı forsunda gösterilen Türk Devletlerinin kuruluş ve yıkılış tarihleri ile kaynakların verdiği tarihler arasında da önemli uyuşmazlıklar var. Örneğin forsta, Göktürk Devletinin 552-745 tarihleri arasında yaşadığı belirtiliyor. Oysa Kafesoğlu, Göktürk Devletini, I. Göktürk, Doğu Göktürk, Batı Göktürk ve II. Göktürk dönemleri itibariyle inceliyor. Diğer kaynaklar da bu yöntemi benimsiyor.  Göktürk Devleti 630-680 yılları arasında yoktur. Bu dönem, Kafesoğlu’nun anlatımı ile “bir matem” devresidir.[4]  Orhun Anıtlarında acı içinde anlatılan dönem bu dönemdir. Cumhurbaşkanlığı forsunda Uygur Devletinin 1368 yılına kadar yaşadığı belirtiliyor. Bu tarih I. Murad dönemine rastlıyor. Uygurlar bugün de vardırlar elbette. Ama Uygurların kurduğu devletin bu tarihe kadar yaşamadığını biliyoruz.

Bu çelişkilerin, Osmanlı Devletinin kuruluş dönemine mekan olmuş bazı ilçelerimiz tarafından sorgusuz sualsiz tekrarlanması elbette kaçınılmazdı.  Bilecik’in Söğüt İlçesindeki Ertuğrul Gazi türbesinin çevresi özenle düzenlenmiş. Geniş bir alana, Mustafa Kemal’in büstünün yanı sıra onsekiz Türk büyüğünün büstleri konmuş; altlarına da isimleri ve iktidar dönemlerini gösteren tarihler yazılmış. Mete, Attila, Selçuk, Bumin,  Babür, Timur, Hazar, Alptekin ... gibi isimler yanında Ertuğrul ve Osman Gazilerle birlikte Fatih’in de büstü de var. Türbe Ertuğrul Gazi’nin türbesi olduğuna göre, kendisinden sonra gelecek Osmanlı Padişahlarının büstleri konsaydı daha anlamlı olmaz mıydı? Ertuğrul’un torunları çünkü onlar. Pazaryeri  ilçesinde[5] Osman Gazi oğlu Pazarlu adına dikilen heykelin çevresine dizilmiş mermer plakalar üzerine Türk Devletlerinin kurucularının isimleri, bayrakları, kuruluş ve yıkılış tarihleri işlenmiş. Bu bilgilerle Cumhurbaşkanlığı Forsunda ve Ertuğrul Gazi türbesinde verilen bilgiler arasında hiçbir uyum yok. Tarihler arasında ise birkaç yıl değil, birkaç yüzyıllık farklılıklar var. Bozüyük İlçesinde Belediyenin önüne konan büstler için de aynı tarih ve mantık yoksunluğu geçerli.

Bu noktada forsun dışına çıkarak tarihçilerimizin yorumlarına bakalım. İbrahim Kafesoğlu, Kırgız kavminin, Uygur Hakanlığını yıkarak... (bu bölgenin) Moğollara... geçmesine... ,Orhun kültürünün ortadan kalkmasına sebep olmak ... suretiyle Türk tarihinde oynadığı menfi rol dikkatten kaçmamıştır diyor. Kırgızlar, Uygur Devletini 840 yılında yıkmışlardı. Uygurlar da, yüz yıl önce, 745 yılında Göktürk Devletini  yıkarak Türk tarihinde böylesi bir “menfi rol” mü üstlenmiş idiler? Hangi Türk Devleti hangisini yıkmıştı sorusu listeyi uzatabilir. Türk Devlet İdeolojisi açısından bakılınca, “Devlet kurma” parantezinde algılanan bir tarih anlayışının, Cumhurbaşkanlığı forsuna, içinde barındırdığı çelişkilerle birlikte  yansıması belki de anlaşılabilir bir olgudur.




[1] www.tccb.gov.tr/sayfa/cumhurbaskanlıgi/fors/
[2] Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, T:C. Kültür Bakanlığı Yayını , Ank., 1993, Sh. 95
[3] Ögel, Kafesoğlu ve diğerleri
[4] İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Sh. 111
[5] Eski adı Pazarcık idi. Soyadım oradan gelir.

26 Aralık 2012 Çarşamba


MODERNLEŞME YOLUNDA

Bu yazı, üç yıldır üzerinde çalıştığım ve adını Türk Devlet İdeolojisi:Kavramlar koymayı düşündüğüm kitabın ara başlıklarından birisi olarak okunmalıdır. Amacı, moderneşme çabalarımızı eleştirmek değil, içinde bulunduğumuz kavram karmaşasına dikkat çekmektir. Üç yıl daha yaşar, kitabı bitirebilir ve yayınlayabilirsem, kitabın bütünlüğü içinde, halisane (!?) bir niyet taşıdığım anlaşılacaktır...

       Bizler, hiç değilse son ikiyüz yıldır, birbirlerini izleyen tarihsel olguları dönem dönem aynı anlama gelebilen, fakat dönem dönem de birbirlerini nakzeden sözcüklerle ifade edegeldik. Modernleşme, Avrupalılaşma , çağdaşlaşma, muasırlaşma, teceddüd, reform, yenileşme, terakki, ilerleme, gelişme, medenileşme, uygarlaşma gibi kavramlar içinden konuşuyoruz. Farklı biçimlerde sözcüklere dökülen bu kavramların dilin zaman içindeki değişmesiyle açıklanması mümkün. Ama bir kısmının aynı içeriğe sahipmiş gibi görünmesine rağmen, zaman içinde değişik bir içerik ve anlam kazanmış oldukları da kesin.

       Batılaşma modernleşmenin Türkçesi miydi? Peki, batılaşma değil de batılılaşma dediğimiz zaman hangi farka işaret etmiş oluyorduk? Prof. Baykan Sezer, bir üçüncü kavram yaratıyor. Batıcılaşma... Ona göre, Osmanlı batıya benzemeye çalışmamış, İmparatorluğu koruyabilmek adına... etkin güçlere yanaşma yolunu seçmiştir. Bu ise batılılaşma değil, batıcılaşma olarak nitelenebilir.[1]

       Bu yazıda, bu kavramların tamamını, anlatım kolaylığı sağlasın diye, modernleşme başlığı altında topluyorum. Modernleşme kavramını devletin güçlendirilmesi çabaları olarak özetleyebileceğimizi, bu yönde yürütülen çabaları da doğu ile batı arasındaki zikzaklı arayışlar olarak ele alabileceğimizi düşünüyorum. Gerçekten de, bugün bu sözcüklerin içlerini, genel kabul görecek bir anlatımla doldurmak mümkün değil. Örneğin, modernleşme sadece devlet menanizmasının güçlendirilmesi anlamına mı geliyor, yoksa iktisaden gelişmiş olmayı, sanayii, ilim ve fenni, sanatı, kültürü de kavramın kapsamı içinde mi algılamalıyız? Sosyal ve siyasal sistemi de kapsayacak bir içerikle yorumlayıp yönetilenlerin tercihlerini de kavrama dahil edebilir miyiz?

       Soruları çoğaltabiliriz. Cevaplar anlatana ve dinleyene, ama asıl önemlisi anlatan ve dinleyenin içinde bulunduğu sosyal ve tarihsel konuma ve koşullara bağlı olarak değişecektir. Modernleşme kavramını çağdaşlaşma sözcüğü ile karşıladığımız zaman başka bir tarih dilimindeyiz, muasırlaşma, medenileşme, uygarlaşma, teceddüt, Avrupalılaşma sözcükleriyle karşıladığımız zaman başka bir zaman diliminde ve çok farklı bir kültürel - ideolojik düzeydeyiz demektir. Muasır Medeniyet ile sadece batıya değil, Atatürk’e de atıfta bulunmuş oluyoruz. Terakki, İttihat Terakki’yi çağrıştırıyor. Bilindiği gibi, Ziya Gökalp medeniyet kavramı yanında bir de hars kavramını kullanıyordu. Dilimizde alafranga - alaturka sözcükleri de var. Alafranga sözcüğü modern anlamına mı geliyor? Yoksa “bizden değil” anlamına mı? Alaturka ise “Türk işi canım” anlamına gelen küçültücü bir sıfat mı? Bu iki sözcükten hangisi olumlu, hangisi olumsuz bir anlam taşıyor? Böyle bir ayrım, toplumun belli kesimlerinin yaşam biçimleri arasındaki farklılaşmayı da işaret etmiyor mu? Bir de muasır sözcüğü ile aynı kökten gelen asrilik sözcüğü var. Muasır medeniyet diyoruz ama asri medeniyet denmiyor. Asri ile alafranga aynı olguyu mu işaret ediyor? Yoksa tersi mi geçerli?

        Doğu - Batı Sorunsalı

Peter F. Sugar, 1964 yılında yazdığı bir yazıda, modernleşme kavramı üzerinde konuşurken, kendi dili içinde de bunalıyor. Modernleşme, batılılaşma, ilerleme, gelişme gibi kavramların batı dünyasının tarihsel deneyimini ve değer yargılarını yansıttığına değinerek bunların her toplum için aynı anlama gelmeyebileceğini belirtiyor. Üstelik, Batı Avrupa’nın gelişmesi kendi iç dinamikleriyle (organically) gerçekleştiği halde, Türkiye gibi bazı ülkelerde yönetici sınıfın önderliği altında (induced) gerçekleşebiliyor. Bu gibi ülkelerde, temel yaklaşım devletin dışa karşı güçlendirilmesi olduğu için, modernleşme batı karşıtlığına da dönüşebiliyor. Hatta yönetenler ve yönetilenler arasında birtakım kültürel çelişkiler yaratması kaçınılmaz oluyor. [2]

       Kavramlar arasındaki bu karmaşayı Doğu - Batı Sendromu diyebileceğim bir genellemenin içinde değerlendirmeyi deniyorum. Doğu ve batı kavramları, bizde, düalist bir mantıkla, birbirlerine indirgenemeyen iki karşıt kavram olarak algılandı. Siyaset, ekonomi, sosyoloji alanındaki bütün öteki arayışlarımızı belirleyen çözümsüz bir ikilem haline geldi. Daha basite inelim... Küresel bir dünyada doğuyu batıyı nasıl tanımlayabiliriz? Uzakdoğu diyoruz, ama dilimizde uzakbatı yok. Ortadoğu var da Ortabatı yok. Kuzey-güney bizim açımızdan fazla anlam taşımıyor. Kürenin hangi noktasından bakınca bir taraf doğu, öteki taraf  batı oluyor? Ekonomik açıdan gelişmiş olan Japonya doğuda mı, batıda mı? Biz, kürenin neresinden bakıyoruz da doğulu sayıyoruz kendimizi? Ya da birileri nereden bakıyor da, dünyanın bir kısmına doğu, bir kısmına batı diyor? Bu dili kim/kimler icad etti?[3]

Aslında bu soruların cevapları basit. Dili, Peter F. Sugar’ın dediği gibi, Avrupa icad etti, kendisini merkeze koydu ve dünyayı kendi doğusu - batısı olarak ikiye böldü. Gerçi kendi batısına batı demedi, yeni dünya dedi; yeni dünyayı da kuzey güney diye ikiye böldü. Biz de bu dili kullanıyoruz... Bu dil, bizi, ikiyüz yıldır içinden çıkamadığımız bir bunalıma soktu. Avrupa dilini gündemimizde tutan sosyal psikolojimizin adı kimlik bunalımı...[4]

Bu konuda farklı yorumlar yapabiliriz. Ya yön duygumuz zayıftı, ya ne istediğimizi tam olarak bilmiyorduk, ya arayışlarımız tarihsel gelişim içinde durmadan yön, içerik, belki nitelik değiştiriyordu ve bu değişmelere uyum zorluğu çekiyorduk, ya da toplumun belli katmanları arasında doğu- batı kavramlarına ilişkin olarak dile getirilen - getirilemeyen değişik anlayışlar, arayışlar söz konusuydu. Kimliğimiz bu arayışlar içinde çeşitlendi, bir türlü yerine oturmadı. Bazı araştırma kurumları zaman zaman anketler düzenliyor. “Kendinizi önce Müslüman olarak mı yoksa Türk olarak mı tanımlarsınız?” diye soruyorlar. Birinin diğerinin önüne geçmesi şart mıdır? Tarihçiler de soruyor: “Osmanlının devamı mıyız, yoksa yeni bir devletin vatandaşları olduğumuza göre artık yepyeni insanlar mıyız?” Özet: “Doğulu muyuz batılı mı?” 

       Çağlar Keyder, kimlik bunalımı üzerine konuşurken, bunalımın devlet anlayışımızdan kaynaklandığını ve modernleşmenin Türkiye halkı açısından bir devlet politikası olarak algılandığını söylüyor. Modernleşmeye karşı çıkmak devlete karşı çıkmak olarak görüldü, devleti sorgulamak da modernleşme karşıtı kampa konulmak için yeterli neden oldu diyor.[5]    

Toplumların kimliği, şaşmaz matematiksel formüllerle belirlenemez elbette, fakat yine de genel bir resim çizilmesi mümkün olmalıdır. Resmin içindeki renkler değişebilir, yer değiştirebilir, ama resmin ana teması yerinde kalır. Biz, şimdiki (o anki) batının ne olduğunu ciddi biçimde sorgulama gereğini hiç duymadık. Böyle olunca neden batılı olmak istediğimizi de bir türlü bilemedik.

      

 



[1] Aktaran Bayram Kaçmazoğlu,  Türk Sosyoloji Tarihine Giriş, Birey Yayıncılık, İst., 2001, Sh. 9
[2] Peter F. Sugar, Political Modernization.in Japan and Turkey, Princeton Univ. Presss, 1964, Sh. 146 -  148
[3] Geniş yorum için bkz. İlber Ortaylı, İmparatorluğu En Uzun Yüzyılı, Sh. 13 – 31
[4] Kimlik kavramı için: Taner Timur, Osmanlı Kimliği, Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, Kemal Karpat, Kimlik ve İdeoloji ve “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Kimlik Arayışı”, Taraf Gazetesi, 10 Şubat - 9 Mart 2008 arasında yayınlanan beş  makale.
[5] Çağlar Keyder, “Kimlik Bunalımı, Aydınlar ve Devlet”, Türk Aydını ve Kimlik Sorunu içinde, Bağlam Yayıncılık, İst., 1995, Sh. 151-156

15 Kasım 2012 Perşembe

Derin Tarih Dergisi Üzerine


Resmi Tarih Yazıcılığından Alternatif Tarih Yazıcılığına

Devlet kavramını kutsallık düzeyine taşıyan, bu nedenle dünyaya  ilişkin tüm olguları “devlet merkezli” bir kavrayış içinden algılayıp yorumlayan bir ideolojimiz var. Bu ideoloji tarih yazıcılığımızı da belirliyor. Adına “resmi tarih” dediğimiz, bize pozitivist felsefeden miras kalan bu anlayış, bilimsel olduğu iddiasına sığınıyor, karşı görüş kabul etmiyor, tartışmayı tabu sayıyor. Sadece devlet yönetiminin biçimsel yapısını değil, o yapı içinde ve dışında cereyan eden tüm bireysel ve toplumsal tercihleri, tavırları, eylemleri de kendi denetiminde tutuyor. Sonuçta, tarih yazıcılığının kendisi de, bağlayıcı, dışa kapalı, içinde ise ödün vermez, kesin kararlı, kapsayıcı bir ideolojiye dönüşüyor.

Uzunca bir süredir, resmi ideolojinin denetiminde yazılagelmiş resmi tarihin daha sıkça ele alınıp ideolojiler üzerindeki bilimsel konumuna taşındığını görüyoruz. Halil İnalcık, Şerif Mardin, Kemal Karpat; Şükrü Hanioğlu, Cemal Kafadar gibi tarihçi ve siyaset bilimcilerimizin bu yöndeki çabaları görmezden gelinemez.

Ne var ki, bazı tarih yazıcılarımızın, resmi tarihi eleştirirken, resmi tarihin benimsediği ideolojik yaklaşımı aynen sürdürdüğüne de tanık oluyoruz. Bu durumda, resmi ideoloji bilimsel bir düzeye taşınmış değil, bir başka düzeyde tekrarlanmış oluyor. 

Bu yazının konusu bu...

Alternatif ya da Derin Tarih

 2012 Nisan ayından buyana, Derin Tarih adıyla bir dergi yayınlanıyor. Genel Yayın Yönetmeni, İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun Prof. Mustafa Armağan. Derginin amacı resmi tarihimize ilişkin ezberleri bozmak, tarihi içine düştüğü derinlikten kurtarmak. “Tüm bildikleriniz Tarih Olacak” diyor.

Ancak bunu yaparken, resmi tarihe alternatif olabilecek yeni bir resmi tarih yarattığı izlenimini veriyor.

İlk sayısı “Kazım Karabekir Açıklıyor! 19 Nisan 1919’da Trabzon’a Çıktım” kapağıyla yayınlandı. İçeride, Prof . Mustafa Armağan tarafından yazılmış olan bir yazı var. Başlığı  “Laiklik Lozan’da dayatıldı.” Yazının amacı, görünürde, Kazım Karabekir’i tanıtmak. Fakat yazarın araya girerek yaptığı yorumlar daha çok dikkat çekiyor. Yazar, Mustafa Kemal ve İsmet Paşaların İslama ilişkin görüşlerinde zaman zaman oluşan “kırılmaların” Lozan’da bize karşı yöneltilen tehditlerin bir sonucu olduğunu ve bu durumun bazı devletlularda İslamiyetten uzaklaşma, hatta hıristiyanlığı benimseme noktasına varan bir değişime yol açtığını, bu gerçeğin ise en kesin çizgileriyle Karabekir Paşa tarafından ortaya konduğunu söylüyor.

Yazar, bu kestirme yargıyla yetinmiyor. Karabekir’den yaptığı ilginç bir alıntı var. Karabekir Paşa, 18 Temmuz 1923 günü Ankara İstasyonundaki özel kalem binasına gidiyor. Orada Mustafa Kemal, Fethi Okyar, Mahmut Esat Bozkurt, Tevfik Rüştü Aras, Ahmet Ağaoğlu, Ziya Gökalp oturmuşlar Anayasa üzerine konuşmaktadırlar. Kendisinin bu toplantıya çağırılmamış olmasına içerliyor, ama toplantıda kalıyor.  “Ben geldiğim zaman Anayasada ‘Devletin dini İslam dinidir’ ibaresinin kaldırılması hakkında konuşuyorlarmış” diyor. Tevfik Rüştü ve Mahmut Esat Beylerin İslama yönelik olumsuz görüşleri karşısında kendisini tutamayıp karşı görüşlerini ileri sürdüğünü anlatıyor.

Bu toplantıda ileri sürülen görüşler için başka kaynak, başka kanıt gereklidir. Fakat asıl önemlisi şu: 18 Temmuz 1923 günü itibariyle yürürlükte bulunan Anayasa 1921 Anayasasıdır. Bu Anayasada ‘devletin dini İslam dinidir’ şeklinde bir hüküm yoktur ki kaldırılması tartışılsın. Gerçi 1876 Anayasası (Kanunu Esasi) henüz yürürlükten kaldırılmış değildir. Fakat Karabekir Paşanın 1921 Anayasasından sözettiği anlaşılıyor. Çünkü, yazıda Kanunu Esasi değil, Teşkilatı Esasiye Kanunu anılıyor ki bu 1921 Anayasasının ta kendisidir.

Dahası, mevcut olmayan bir hükmü kaldırmayı tartıştıkları iddia edilenler, kaldırma şöyle dursun, söz konusu toplantıdan üç ay sonra, 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyetin ilanıyla birlikte, 1921 Anayasasına “devletin dini islamdır” hükmünü koyacaklardır. Bu hüküm 1924 Anayasasında da korunacak, Anayasadan çıkarılması ancak 10 Nisan 1928 tarihinde gerçekleşecektir. 

Ortada maddi bir hata, bir çelişki, bir saptırma yok mu? Bir tarihçi, eğer yeni bir resmi tarih yazmıyorsa, bu çelişkileri de yazısına almak durumunda olmalı değil midir?

Derin Tarih Dergisi 3. sayısına Ayasofya’yı kapak yaptı: “Ayasofya’yı Rehinden Kim Kurtaracak?”   İçerideki yazı Prof. Ahmed Akgündüz imzasını taşıyor. Yazıda, Trabzon’daki Ayasofya da gündeme getirilerek, Müslüman Türk milletine ait kapı gibi tapu senetlerinden, vakfiyelerden uzun uzun bahsediliyor. Derginin öteki sayfalarında değişik yazarların görüşleri de, Prof. Hüseyin Hatemi gibi birkaç istisna dışında, aynı çizgide. İznik’teki  Ayasofya’nın cami haline getirilmesine duyulan sevinç ve “sıra öteki Ayasofya’larda” mesajı belirgin.

Tarihçi, belgeler üzerindeki yorumunu sübjektif değer yargılarından arınmış biçimde okuyucunun önüne çıkarmalı, zaten bilinen belgeleri, bir ideolojiye tutsak etmemeli değil midir?

Derin Tarih Dergisi, Temmuz 2012 tarihli 4. sayısında “Lozan’da Kim Kazandı?” sorusunu irdeliyor. Çok sayıda yazı var. Lozan, hilafetin kaderinden laikliğe, Musul ve Kürt sorunlarına, Misak-ı Milli’den Medeni Kanunun Lozan’dan çıkmışlığına kadar uzanan geniş bir yelpazede  eleştiriliyor. Rıza Nur’un anıları ihmal edilmiyor. Sonuçta Lozan = Feragat, rıza ve tasdik olarak özetleniyor.

Dil, kendi ideolojiniz içine hapsederseniz, ideoloji taşıyıcısı olarak çok önemli bir silah olabilir. Lozan bilimsel tarih kitaplarında da eleştirilmişti. Ama tarihsel koşullar, yeni devlet için taşıdığı anlam, olumlu kazanımlar olarak değerlendirebilecek yönleri derin tarihe gömülmeksizin ele alınmıştı. Tek yanlı, kesin sübjektif değer yargılarından arınmış olarak...

Derginin Ağustos 2012 tarihli 5. sayısında “İlk Meclisin Uğruna Kurban verdiği Kanun” başlığıyla bir yazı var. Yazarı Yrd. Doç. Dr. İsmail Akbal. Konu şu: İlk meclisin İkinci Grup üyelerinden Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, 28 Nisan 1920 günü, meclis başkanlığına, sarhoşluk veren her türlü maddenin yasaklanmasını öngören bir teklif  sunuyor. Meclisin açılması üzerinden henüz beş gün geçmiştir. Birinci Grup, İslama muhalefet olacağı endişesiyle hareket ediyor ve kanun bir oy farkla çıkıyor. Adı Men’i Müskirat Kununudur. Kanun çıkar ama hükümet, kanunun uygulanması konusunda pek de hassas davranmaz.

İmparatorluk çoktan bitmiştir de, İstanbul, İzmir’in ardından Anadolu dahi bitme noktasına gelmiştir. Yurt iyice daralmıştır. Böylesi bir hayat memat mücadelesi içinde, toplumun değişik kesimlerini yeni bir mecliste toplama basiretini gösterebilmiş bir grubu, daha işin başında köşeye sıkıştırma çabası nasıl açıklanabilir? Mustafa Kemal ve arkadaşları içki -de- içiyorlardı! Fakat, onlara karşı yürütülan muhalefeti, Milli Mücadelenin yolunu yöntemini tartışmak yerine içkiye tutsak etmenin mantığını nasıl yorumlayabiliriz?

Asıl önemli nokta, yazarın bu olayı nasıl yorumladığıyla ilgili. Yazının alt başlığı: “Ali Şükrü Bey’in meclisteki son sözleri bu kanunun uygulanmaması üzerinedir ve alkol düşkünleri kendisine kin beslemektedirler...” şeklinde. İdeoloji, dili dahi öylesine kullandırıyor ki, bazen es geçilen bir ayrıntı bile o ideolojinin ta kendisi oluyor. Ali Şükrü Bey bu önergeyi vermesinden üç yıl sonra, 27 Nisan 1923’de Topal Osman tarafından öldürüldü. Son sözlerini, içki hakkında verdiği önergeden üç yıl sonra mı söyledi?

Ali Şükrü Bey’in, sahibi olduğu Tan Gazetesindeki muhalefeti izlenebilir, hatta kendisine belli konularda hak da verilebilir. Bunlar tartışılmıyor. Yazı, Ali Şükrü Beyin muhalefetini sadece içkiye bağlayarak yorumladığı için, önergesinden on yıl önceki, 1910 tarihli Alafranga Dergisi’nden bir karikatür alıntısı da yapıyor. İki eşek karşılıklı oturmuş içki içiyor. Fazladan, yine Rıza Nur’un anılarından yola çıkılarak, Tunalı Hilmi’nin içkiciliği yüzünden nasıl dayak yediği de anlatılıyor.

Yazı, tarihimizin temel konularından birisi olmaya devam edegelen batılılaşma çabalarımızı şöyle özetliyor: Peki belirli bir kesim içkiye neden bu kadar düşkündü? Geçmişteki deneyim ve alışkanlıkların ötesinde içkiyi batılılaşmanın bir alameti olarak görüyorlardı da ondan. Adları anılmıyor, ama muhatabın Mustafa Kemal ve arkadaşları olduğu bellidir. Geçmişi yüz yıl öncesine götürülebilecek olan batılılaşma çabalarımızı, tarihsel bir dünya algılaması üzerine değil de salt içki kültürü üzerine oturtan bir anlayışın “yepyeni bir resmi tarih” yaratma amacı güttüğünü kolaylıkla iddia edebiliriz.  Tarih bu kadar “tarih dışına itilirse” o anlayışa tarih denmesi hiç mümkün değildir.

Derin Tarih Dergisinin yazı kadrosunda çok değerli yazarlar da var elbette. Onlardan yararlanmak mümkün ve gereklidir. Fakat Dergi, bugüne kadar izlediği genel çizgi itibariyle, resmi tarihe karşı alternatif  bir resmi tarih yaratma ideolojisini aşamamış görünüyor.