26 Aralık 2012 Çarşamba


MODERNLEŞME YOLUNDA

Bu yazı, üç yıldır üzerinde çalıştığım ve adını Türk Devlet İdeolojisi:Kavramlar koymayı düşündüğüm kitabın ara başlıklarından birisi olarak okunmalıdır. Amacı, moderneşme çabalarımızı eleştirmek değil, içinde bulunduğumuz kavram karmaşasına dikkat çekmektir. Üç yıl daha yaşar, kitabı bitirebilir ve yayınlayabilirsem, kitabın bütünlüğü içinde, halisane (!?) bir niyet taşıdığım anlaşılacaktır...

       Bizler, hiç değilse son ikiyüz yıldır, birbirlerini izleyen tarihsel olguları dönem dönem aynı anlama gelebilen, fakat dönem dönem de birbirlerini nakzeden sözcüklerle ifade edegeldik. Modernleşme, Avrupalılaşma , çağdaşlaşma, muasırlaşma, teceddüd, reform, yenileşme, terakki, ilerleme, gelişme, medenileşme, uygarlaşma gibi kavramlar içinden konuşuyoruz. Farklı biçimlerde sözcüklere dökülen bu kavramların dilin zaman içindeki değişmesiyle açıklanması mümkün. Ama bir kısmının aynı içeriğe sahipmiş gibi görünmesine rağmen, zaman içinde değişik bir içerik ve anlam kazanmış oldukları da kesin.

       Batılaşma modernleşmenin Türkçesi miydi? Peki, batılaşma değil de batılılaşma dediğimiz zaman hangi farka işaret etmiş oluyorduk? Prof. Baykan Sezer, bir üçüncü kavram yaratıyor. Batıcılaşma... Ona göre, Osmanlı batıya benzemeye çalışmamış, İmparatorluğu koruyabilmek adına... etkin güçlere yanaşma yolunu seçmiştir. Bu ise batılılaşma değil, batıcılaşma olarak nitelenebilir.[1]

       Bu yazıda, bu kavramların tamamını, anlatım kolaylığı sağlasın diye, modernleşme başlığı altında topluyorum. Modernleşme kavramını devletin güçlendirilmesi çabaları olarak özetleyebileceğimizi, bu yönde yürütülen çabaları da doğu ile batı arasındaki zikzaklı arayışlar olarak ele alabileceğimizi düşünüyorum. Gerçekten de, bugün bu sözcüklerin içlerini, genel kabul görecek bir anlatımla doldurmak mümkün değil. Örneğin, modernleşme sadece devlet menanizmasının güçlendirilmesi anlamına mı geliyor, yoksa iktisaden gelişmiş olmayı, sanayii, ilim ve fenni, sanatı, kültürü de kavramın kapsamı içinde mi algılamalıyız? Sosyal ve siyasal sistemi de kapsayacak bir içerikle yorumlayıp yönetilenlerin tercihlerini de kavrama dahil edebilir miyiz?

       Soruları çoğaltabiliriz. Cevaplar anlatana ve dinleyene, ama asıl önemlisi anlatan ve dinleyenin içinde bulunduğu sosyal ve tarihsel konuma ve koşullara bağlı olarak değişecektir. Modernleşme kavramını çağdaşlaşma sözcüğü ile karşıladığımız zaman başka bir tarih dilimindeyiz, muasırlaşma, medenileşme, uygarlaşma, teceddüt, Avrupalılaşma sözcükleriyle karşıladığımız zaman başka bir zaman diliminde ve çok farklı bir kültürel - ideolojik düzeydeyiz demektir. Muasır Medeniyet ile sadece batıya değil, Atatürk’e de atıfta bulunmuş oluyoruz. Terakki, İttihat Terakki’yi çağrıştırıyor. Bilindiği gibi, Ziya Gökalp medeniyet kavramı yanında bir de hars kavramını kullanıyordu. Dilimizde alafranga - alaturka sözcükleri de var. Alafranga sözcüğü modern anlamına mı geliyor? Yoksa “bizden değil” anlamına mı? Alaturka ise “Türk işi canım” anlamına gelen küçültücü bir sıfat mı? Bu iki sözcükten hangisi olumlu, hangisi olumsuz bir anlam taşıyor? Böyle bir ayrım, toplumun belli kesimlerinin yaşam biçimleri arasındaki farklılaşmayı da işaret etmiyor mu? Bir de muasır sözcüğü ile aynı kökten gelen asrilik sözcüğü var. Muasır medeniyet diyoruz ama asri medeniyet denmiyor. Asri ile alafranga aynı olguyu mu işaret ediyor? Yoksa tersi mi geçerli?

        Doğu - Batı Sorunsalı

Peter F. Sugar, 1964 yılında yazdığı bir yazıda, modernleşme kavramı üzerinde konuşurken, kendi dili içinde de bunalıyor. Modernleşme, batılılaşma, ilerleme, gelişme gibi kavramların batı dünyasının tarihsel deneyimini ve değer yargılarını yansıttığına değinerek bunların her toplum için aynı anlama gelmeyebileceğini belirtiyor. Üstelik, Batı Avrupa’nın gelişmesi kendi iç dinamikleriyle (organically) gerçekleştiği halde, Türkiye gibi bazı ülkelerde yönetici sınıfın önderliği altında (induced) gerçekleşebiliyor. Bu gibi ülkelerde, temel yaklaşım devletin dışa karşı güçlendirilmesi olduğu için, modernleşme batı karşıtlığına da dönüşebiliyor. Hatta yönetenler ve yönetilenler arasında birtakım kültürel çelişkiler yaratması kaçınılmaz oluyor. [2]

       Kavramlar arasındaki bu karmaşayı Doğu - Batı Sendromu diyebileceğim bir genellemenin içinde değerlendirmeyi deniyorum. Doğu ve batı kavramları, bizde, düalist bir mantıkla, birbirlerine indirgenemeyen iki karşıt kavram olarak algılandı. Siyaset, ekonomi, sosyoloji alanındaki bütün öteki arayışlarımızı belirleyen çözümsüz bir ikilem haline geldi. Daha basite inelim... Küresel bir dünyada doğuyu batıyı nasıl tanımlayabiliriz? Uzakdoğu diyoruz, ama dilimizde uzakbatı yok. Ortadoğu var da Ortabatı yok. Kuzey-güney bizim açımızdan fazla anlam taşımıyor. Kürenin hangi noktasından bakınca bir taraf doğu, öteki taraf  batı oluyor? Ekonomik açıdan gelişmiş olan Japonya doğuda mı, batıda mı? Biz, kürenin neresinden bakıyoruz da doğulu sayıyoruz kendimizi? Ya da birileri nereden bakıyor da, dünyanın bir kısmına doğu, bir kısmına batı diyor? Bu dili kim/kimler icad etti?[3]

Aslında bu soruların cevapları basit. Dili, Peter F. Sugar’ın dediği gibi, Avrupa icad etti, kendisini merkeze koydu ve dünyayı kendi doğusu - batısı olarak ikiye böldü. Gerçi kendi batısına batı demedi, yeni dünya dedi; yeni dünyayı da kuzey güney diye ikiye böldü. Biz de bu dili kullanıyoruz... Bu dil, bizi, ikiyüz yıldır içinden çıkamadığımız bir bunalıma soktu. Avrupa dilini gündemimizde tutan sosyal psikolojimizin adı kimlik bunalımı...[4]

Bu konuda farklı yorumlar yapabiliriz. Ya yön duygumuz zayıftı, ya ne istediğimizi tam olarak bilmiyorduk, ya arayışlarımız tarihsel gelişim içinde durmadan yön, içerik, belki nitelik değiştiriyordu ve bu değişmelere uyum zorluğu çekiyorduk, ya da toplumun belli katmanları arasında doğu- batı kavramlarına ilişkin olarak dile getirilen - getirilemeyen değişik anlayışlar, arayışlar söz konusuydu. Kimliğimiz bu arayışlar içinde çeşitlendi, bir türlü yerine oturmadı. Bazı araştırma kurumları zaman zaman anketler düzenliyor. “Kendinizi önce Müslüman olarak mı yoksa Türk olarak mı tanımlarsınız?” diye soruyorlar. Birinin diğerinin önüne geçmesi şart mıdır? Tarihçiler de soruyor: “Osmanlının devamı mıyız, yoksa yeni bir devletin vatandaşları olduğumuza göre artık yepyeni insanlar mıyız?” Özet: “Doğulu muyuz batılı mı?” 

       Çağlar Keyder, kimlik bunalımı üzerine konuşurken, bunalımın devlet anlayışımızdan kaynaklandığını ve modernleşmenin Türkiye halkı açısından bir devlet politikası olarak algılandığını söylüyor. Modernleşmeye karşı çıkmak devlete karşı çıkmak olarak görüldü, devleti sorgulamak da modernleşme karşıtı kampa konulmak için yeterli neden oldu diyor.[5]    

Toplumların kimliği, şaşmaz matematiksel formüllerle belirlenemez elbette, fakat yine de genel bir resim çizilmesi mümkün olmalıdır. Resmin içindeki renkler değişebilir, yer değiştirebilir, ama resmin ana teması yerinde kalır. Biz, şimdiki (o anki) batının ne olduğunu ciddi biçimde sorgulama gereğini hiç duymadık. Böyle olunca neden batılı olmak istediğimizi de bir türlü bilemedik.

      

 



[1] Aktaran Bayram Kaçmazoğlu,  Türk Sosyoloji Tarihine Giriş, Birey Yayıncılık, İst., 2001, Sh. 9
[2] Peter F. Sugar, Political Modernization.in Japan and Turkey, Princeton Univ. Presss, 1964, Sh. 146 -  148
[3] Geniş yorum için bkz. İlber Ortaylı, İmparatorluğu En Uzun Yüzyılı, Sh. 13 – 31
[4] Kimlik kavramı için: Taner Timur, Osmanlı Kimliği, Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, Kemal Karpat, Kimlik ve İdeoloji ve “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Kimlik Arayışı”, Taraf Gazetesi, 10 Şubat - 9 Mart 2008 arasında yayınlanan beş  makale.
[5] Çağlar Keyder, “Kimlik Bunalımı, Aydınlar ve Devlet”, Türk Aydını ve Kimlik Sorunu içinde, Bağlam Yayıncılık, İst., 1995, Sh. 151-156

Hiç yorum yok: