Resmi
Tarih Yazıcılığından Alternatif Tarih Yazıcılığına
Devlet
kavramını kutsallık düzeyine taşıyan, bu nedenle dünyaya ilişkin tüm olguları “devlet merkezli” bir
kavrayış içinden algılayıp yorumlayan bir ideolojimiz var. Bu ideoloji tarih
yazıcılığımızı da belirliyor. Adına “resmi tarih” dediğimiz, bize pozitivist
felsefeden miras kalan bu anlayış, bilimsel olduğu iddiasına sığınıyor, karşı
görüş kabul etmiyor, tartışmayı tabu sayıyor. Sadece devlet yönetiminin
biçimsel yapısını değil, o yapı içinde ve dışında cereyan eden tüm bireysel ve
toplumsal tercihleri, tavırları, eylemleri de kendi denetiminde tutuyor.
Sonuçta, tarih yazıcılığının kendisi de, bağlayıcı, dışa kapalı, içinde ise
ödün vermez, kesin kararlı, kapsayıcı bir ideolojiye dönüşüyor.
Uzunca
bir süredir, resmi ideolojinin denetiminde yazılagelmiş resmi tarihin daha
sıkça ele alınıp ideolojiler üzerindeki bilimsel konumuna taşındığını
görüyoruz. Halil İnalcık, Şerif Mardin, Kemal Karpat; Şükrü Hanioğlu, Cemal
Kafadar gibi tarihçi ve siyaset bilimcilerimizin bu yöndeki çabaları görmezden
gelinemez.
Ne
var ki, bazı tarih yazıcılarımızın, resmi tarihi eleştirirken, resmi tarihin benimsediği
ideolojik yaklaşımı aynen sürdürdüğüne de tanık oluyoruz. Bu durumda, resmi ideoloji
bilimsel bir düzeye taşınmış değil, bir başka düzeyde tekrarlanmış oluyor.
Bu
yazının konusu bu...
Alternatif ya da Derin Tarih
2012 Nisan ayından buyana, Derin Tarih adıyla bir dergi
yayınlanıyor. Genel Yayın Yönetmeni, İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve
Edebiyatı bölümünden mezun Prof. Mustafa Armağan. Derginin amacı resmi tarihimize
ilişkin ezberleri bozmak, tarihi içine düştüğü derinlikten kurtarmak. “Tüm
bildikleriniz Tarih Olacak” diyor.
Ancak
bunu yaparken, resmi tarihe alternatif olabilecek yeni bir resmi tarih
yarattığı izlenimini veriyor.
İlk
sayısı “Kazım Karabekir Açıklıyor! 19 Nisan 1919’da Trabzon’a Çıktım” kapağıyla
yayınlandı. İçeride, Prof . Mustafa Armağan tarafından yazılmış olan bir yazı
var. Başlığı “Laiklik Lozan’da
dayatıldı.” Yazının amacı, görünürde, Kazım Karabekir’i tanıtmak. Fakat yazarın
araya girerek yaptığı yorumlar daha çok dikkat çekiyor. Yazar, Mustafa Kemal ve
İsmet Paşaların İslama ilişkin görüşlerinde zaman zaman oluşan “kırılmaların”
Lozan’da bize karşı yöneltilen tehditlerin bir sonucu olduğunu ve bu durumun bazı devletlularda İslamiyetten uzaklaşma,
hatta hıristiyanlığı benimseme noktasına varan bir değişime yol açtığını, bu
gerçeğin ise en kesin çizgileriyle Karabekir Paşa tarafından ortaya konduğunu
söylüyor.
Yazar,
bu kestirme yargıyla yetinmiyor. Karabekir’den yaptığı ilginç bir alıntı var.
Karabekir Paşa, 18 Temmuz 1923 günü Ankara İstasyonundaki özel kalem binasına
gidiyor. Orada Mustafa Kemal, Fethi Okyar, Mahmut Esat Bozkurt, Tevfik Rüştü
Aras, Ahmet Ağaoğlu, Ziya Gökalp oturmuşlar Anayasa üzerine konuşmaktadırlar.
Kendisinin bu toplantıya çağırılmamış olmasına içerliyor, ama toplantıda
kalıyor. “Ben geldiğim zaman Anayasada
‘Devletin dini İslam dinidir’ ibaresinin kaldırılması hakkında konuşuyorlarmış”
diyor. Tevfik Rüştü ve Mahmut Esat Beylerin İslama yönelik olumsuz görüşleri
karşısında kendisini tutamayıp karşı görüşlerini ileri sürdüğünü anlatıyor.
Bu
toplantıda ileri sürülen görüşler için başka kaynak, başka kanıt gereklidir.
Fakat asıl önemlisi şu: 18 Temmuz 1923 günü itibariyle yürürlükte bulunan
Anayasa 1921 Anayasasıdır. Bu Anayasada ‘devletin dini İslam dinidir’ şeklinde
bir hüküm yoktur ki kaldırılması tartışılsın. Gerçi 1876 Anayasası (Kanunu
Esasi) henüz yürürlükten kaldırılmış değildir. Fakat Karabekir Paşanın 1921
Anayasasından sözettiği anlaşılıyor. Çünkü, yazıda Kanunu Esasi değil, Teşkilatı
Esasiye Kanunu anılıyor ki bu 1921 Anayasasının ta kendisidir.
Dahası,
mevcut olmayan bir hükmü kaldırmayı tartıştıkları iddia edilenler, kaldırma
şöyle dursun, söz konusu toplantıdan üç ay sonra, 29 Ekim 1923 günü
Cumhuriyetin ilanıyla birlikte, 1921 Anayasasına “devletin dini islamdır”
hükmünü koyacaklardır. Bu hüküm 1924 Anayasasında da korunacak, Anayasadan
çıkarılması ancak 10 Nisan 1928 tarihinde gerçekleşecektir.
Ortada
maddi bir hata, bir çelişki, bir saptırma yok mu? Bir tarihçi, eğer yeni bir
resmi tarih yazmıyorsa, bu çelişkileri de yazısına almak durumunda olmalı değil
midir?
Derin Tarih
Dergisi 3. sayısına Ayasofya’yı kapak yaptı: “Ayasofya’yı Rehinden Kim
Kurtaracak?” İçerideki yazı Prof. Ahmed
Akgündüz imzasını taşıyor. Yazıda, Trabzon’daki Ayasofya da gündeme
getirilerek, Müslüman Türk milletine ait kapı gibi tapu senetlerinden,
vakfiyelerden uzun uzun bahsediliyor. Derginin öteki sayfalarında değişik
yazarların görüşleri de, Prof. Hüseyin Hatemi gibi birkaç istisna dışında, aynı
çizgide. İznik’teki Ayasofya’nın cami
haline getirilmesine duyulan sevinç ve “sıra öteki Ayasofya’larda” mesajı
belirgin.
Tarihçi,
belgeler üzerindeki yorumunu sübjektif değer yargılarından arınmış biçimde
okuyucunun önüne çıkarmalı, zaten bilinen belgeleri, bir ideolojiye tutsak etmemeli
değil midir?
Derin Tarih
Dergisi, Temmuz 2012 tarihli 4. sayısında “Lozan’da Kim Kazandı?” sorusunu
irdeliyor. Çok sayıda yazı var. Lozan, hilafetin kaderinden laikliğe, Musul ve
Kürt sorunlarına, Misak-ı Milli’den Medeni Kanunun Lozan’dan çıkmışlığına kadar
uzanan geniş bir yelpazede eleştiriliyor.
Rıza Nur’un anıları ihmal edilmiyor. Sonuçta Lozan = Feragat, rıza ve tasdik
olarak özetleniyor.
Dil,
kendi ideolojiniz içine hapsederseniz, ideoloji taşıyıcısı olarak çok önemli
bir silah olabilir. Lozan bilimsel tarih kitaplarında da eleştirilmişti. Ama
tarihsel koşullar, yeni devlet için taşıdığı anlam, olumlu kazanımlar olarak
değerlendirebilecek yönleri derin tarihe gömülmeksizin ele alınmıştı. Tek
yanlı, kesin sübjektif değer yargılarından arınmış olarak...
Derginin
Ağustos 2012 tarihli 5. sayısında “İlk Meclisin Uğruna Kurban verdiği Kanun”
başlığıyla bir yazı var. Yazarı Yrd. Doç. Dr. İsmail Akbal. Konu şu: İlk
meclisin İkinci Grup üyelerinden Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, 28 Nisan 1920
günü, meclis başkanlığına, sarhoşluk veren her türlü maddenin yasaklanmasını
öngören bir teklif sunuyor. Meclisin
açılması üzerinden henüz beş gün geçmiştir. Birinci Grup, İslama muhalefet
olacağı endişesiyle hareket ediyor ve kanun bir oy farkla çıkıyor. Adı Men’i
Müskirat Kununudur. Kanun çıkar ama hükümet, kanunun uygulanması konusunda pek
de hassas davranmaz.
İmparatorluk
çoktan bitmiştir de, İstanbul, İzmir’in ardından Anadolu dahi bitme noktasına
gelmiştir. Yurt iyice daralmıştır. Böylesi bir hayat memat mücadelesi içinde, toplumun
değişik kesimlerini yeni bir mecliste toplama basiretini gösterebilmiş bir
grubu, daha işin başında köşeye sıkıştırma çabası nasıl açıklanabilir? Mustafa
Kemal ve arkadaşları içki -de- içiyorlardı! Fakat, onlara karşı yürütülan muhalefeti,
Milli Mücadelenin yolunu yöntemini tartışmak yerine içkiye tutsak etmenin
mantığını nasıl yorumlayabiliriz?
Asıl
önemli nokta, yazarın bu olayı nasıl yorumladığıyla ilgili. Yazının alt
başlığı: “Ali Şükrü Bey’in meclisteki son sözleri bu kanunun uygulanmaması üzerinedir
ve alkol düşkünleri kendisine kin beslemektedirler...” şeklinde. İdeoloji, dili
dahi öylesine kullandırıyor ki, bazen es geçilen bir ayrıntı bile o ideolojinin
ta kendisi oluyor. Ali Şükrü Bey bu önergeyi vermesinden üç yıl sonra, 27 Nisan
1923’de Topal Osman tarafından öldürüldü. Son sözlerini, içki hakkında verdiği
önergeden üç yıl sonra mı söyledi?
Ali
Şükrü Bey’in, sahibi olduğu Tan Gazetesindeki muhalefeti izlenebilir, hatta kendisine
belli konularda hak da verilebilir. Bunlar tartışılmıyor. Yazı, Ali Şükrü Beyin
muhalefetini sadece içkiye bağlayarak yorumladığı için, önergesinden on yıl
önceki, 1910 tarihli Alafranga Dergisi’nden
bir karikatür alıntısı da yapıyor. İki eşek karşılıklı oturmuş içki içiyor. Fazladan,
yine Rıza Nur’un anılarından yola çıkılarak, Tunalı Hilmi’nin içkiciliği yüzünden
nasıl dayak yediği de anlatılıyor.
Yazı,
tarihimizin temel konularından birisi olmaya devam edegelen batılılaşma
çabalarımızı şöyle özetliyor: Peki
belirli bir kesim içkiye neden bu kadar düşkündü? Geçmişteki deneyim ve
alışkanlıkların ötesinde içkiyi batılılaşmanın bir alameti olarak görüyorlardı
da ondan. Adları anılmıyor, ama muhatabın Mustafa Kemal ve arkadaşları olduğu
bellidir. Geçmişi yüz yıl öncesine götürülebilecek olan batılılaşma çabalarımızı,
tarihsel bir dünya algılaması üzerine değil de salt içki kültürü üzerine oturtan
bir anlayışın “yepyeni bir resmi tarih” yaratma amacı güttüğünü kolaylıkla
iddia edebiliriz. Tarih bu kadar “tarih
dışına itilirse” o anlayışa tarih denmesi hiç mümkün değildir.
Derin Tarih
Dergisinin yazı kadrosunda çok değerli yazarlar da var elbette. Onlardan
yararlanmak mümkün ve gereklidir. Fakat Dergi, bugüne kadar izlediği genel
çizgi itibariyle, resmi tarihe karşı alternatif bir resmi
tarih yaratma ideolojisini aşamamış görünüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder