15 Kasım 2012 Perşembe

Derin Tarih Dergisi Üzerine


Resmi Tarih Yazıcılığından Alternatif Tarih Yazıcılığına

Devlet kavramını kutsallık düzeyine taşıyan, bu nedenle dünyaya  ilişkin tüm olguları “devlet merkezli” bir kavrayış içinden algılayıp yorumlayan bir ideolojimiz var. Bu ideoloji tarih yazıcılığımızı da belirliyor. Adına “resmi tarih” dediğimiz, bize pozitivist felsefeden miras kalan bu anlayış, bilimsel olduğu iddiasına sığınıyor, karşı görüş kabul etmiyor, tartışmayı tabu sayıyor. Sadece devlet yönetiminin biçimsel yapısını değil, o yapı içinde ve dışında cereyan eden tüm bireysel ve toplumsal tercihleri, tavırları, eylemleri de kendi denetiminde tutuyor. Sonuçta, tarih yazıcılığının kendisi de, bağlayıcı, dışa kapalı, içinde ise ödün vermez, kesin kararlı, kapsayıcı bir ideolojiye dönüşüyor.

Uzunca bir süredir, resmi ideolojinin denetiminde yazılagelmiş resmi tarihin daha sıkça ele alınıp ideolojiler üzerindeki bilimsel konumuna taşındığını görüyoruz. Halil İnalcık, Şerif Mardin, Kemal Karpat; Şükrü Hanioğlu, Cemal Kafadar gibi tarihçi ve siyaset bilimcilerimizin bu yöndeki çabaları görmezden gelinemez.

Ne var ki, bazı tarih yazıcılarımızın, resmi tarihi eleştirirken, resmi tarihin benimsediği ideolojik yaklaşımı aynen sürdürdüğüne de tanık oluyoruz. Bu durumda, resmi ideoloji bilimsel bir düzeye taşınmış değil, bir başka düzeyde tekrarlanmış oluyor. 

Bu yazının konusu bu...

Alternatif ya da Derin Tarih

 2012 Nisan ayından buyana, Derin Tarih adıyla bir dergi yayınlanıyor. Genel Yayın Yönetmeni, İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun Prof. Mustafa Armağan. Derginin amacı resmi tarihimize ilişkin ezberleri bozmak, tarihi içine düştüğü derinlikten kurtarmak. “Tüm bildikleriniz Tarih Olacak” diyor.

Ancak bunu yaparken, resmi tarihe alternatif olabilecek yeni bir resmi tarih yarattığı izlenimini veriyor.

İlk sayısı “Kazım Karabekir Açıklıyor! 19 Nisan 1919’da Trabzon’a Çıktım” kapağıyla yayınlandı. İçeride, Prof . Mustafa Armağan tarafından yazılmış olan bir yazı var. Başlığı  “Laiklik Lozan’da dayatıldı.” Yazının amacı, görünürde, Kazım Karabekir’i tanıtmak. Fakat yazarın araya girerek yaptığı yorumlar daha çok dikkat çekiyor. Yazar, Mustafa Kemal ve İsmet Paşaların İslama ilişkin görüşlerinde zaman zaman oluşan “kırılmaların” Lozan’da bize karşı yöneltilen tehditlerin bir sonucu olduğunu ve bu durumun bazı devletlularda İslamiyetten uzaklaşma, hatta hıristiyanlığı benimseme noktasına varan bir değişime yol açtığını, bu gerçeğin ise en kesin çizgileriyle Karabekir Paşa tarafından ortaya konduğunu söylüyor.

Yazar, bu kestirme yargıyla yetinmiyor. Karabekir’den yaptığı ilginç bir alıntı var. Karabekir Paşa, 18 Temmuz 1923 günü Ankara İstasyonundaki özel kalem binasına gidiyor. Orada Mustafa Kemal, Fethi Okyar, Mahmut Esat Bozkurt, Tevfik Rüştü Aras, Ahmet Ağaoğlu, Ziya Gökalp oturmuşlar Anayasa üzerine konuşmaktadırlar. Kendisinin bu toplantıya çağırılmamış olmasına içerliyor, ama toplantıda kalıyor.  “Ben geldiğim zaman Anayasada ‘Devletin dini İslam dinidir’ ibaresinin kaldırılması hakkında konuşuyorlarmış” diyor. Tevfik Rüştü ve Mahmut Esat Beylerin İslama yönelik olumsuz görüşleri karşısında kendisini tutamayıp karşı görüşlerini ileri sürdüğünü anlatıyor.

Bu toplantıda ileri sürülen görüşler için başka kaynak, başka kanıt gereklidir. Fakat asıl önemlisi şu: 18 Temmuz 1923 günü itibariyle yürürlükte bulunan Anayasa 1921 Anayasasıdır. Bu Anayasada ‘devletin dini İslam dinidir’ şeklinde bir hüküm yoktur ki kaldırılması tartışılsın. Gerçi 1876 Anayasası (Kanunu Esasi) henüz yürürlükten kaldırılmış değildir. Fakat Karabekir Paşanın 1921 Anayasasından sözettiği anlaşılıyor. Çünkü, yazıda Kanunu Esasi değil, Teşkilatı Esasiye Kanunu anılıyor ki bu 1921 Anayasasının ta kendisidir.

Dahası, mevcut olmayan bir hükmü kaldırmayı tartıştıkları iddia edilenler, kaldırma şöyle dursun, söz konusu toplantıdan üç ay sonra, 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyetin ilanıyla birlikte, 1921 Anayasasına “devletin dini islamdır” hükmünü koyacaklardır. Bu hüküm 1924 Anayasasında da korunacak, Anayasadan çıkarılması ancak 10 Nisan 1928 tarihinde gerçekleşecektir. 

Ortada maddi bir hata, bir çelişki, bir saptırma yok mu? Bir tarihçi, eğer yeni bir resmi tarih yazmıyorsa, bu çelişkileri de yazısına almak durumunda olmalı değil midir?

Derin Tarih Dergisi 3. sayısına Ayasofya’yı kapak yaptı: “Ayasofya’yı Rehinden Kim Kurtaracak?”   İçerideki yazı Prof. Ahmed Akgündüz imzasını taşıyor. Yazıda, Trabzon’daki Ayasofya da gündeme getirilerek, Müslüman Türk milletine ait kapı gibi tapu senetlerinden, vakfiyelerden uzun uzun bahsediliyor. Derginin öteki sayfalarında değişik yazarların görüşleri de, Prof. Hüseyin Hatemi gibi birkaç istisna dışında, aynı çizgide. İznik’teki  Ayasofya’nın cami haline getirilmesine duyulan sevinç ve “sıra öteki Ayasofya’larda” mesajı belirgin.

Tarihçi, belgeler üzerindeki yorumunu sübjektif değer yargılarından arınmış biçimde okuyucunun önüne çıkarmalı, zaten bilinen belgeleri, bir ideolojiye tutsak etmemeli değil midir?

Derin Tarih Dergisi, Temmuz 2012 tarihli 4. sayısında “Lozan’da Kim Kazandı?” sorusunu irdeliyor. Çok sayıda yazı var. Lozan, hilafetin kaderinden laikliğe, Musul ve Kürt sorunlarına, Misak-ı Milli’den Medeni Kanunun Lozan’dan çıkmışlığına kadar uzanan geniş bir yelpazede  eleştiriliyor. Rıza Nur’un anıları ihmal edilmiyor. Sonuçta Lozan = Feragat, rıza ve tasdik olarak özetleniyor.

Dil, kendi ideolojiniz içine hapsederseniz, ideoloji taşıyıcısı olarak çok önemli bir silah olabilir. Lozan bilimsel tarih kitaplarında da eleştirilmişti. Ama tarihsel koşullar, yeni devlet için taşıdığı anlam, olumlu kazanımlar olarak değerlendirebilecek yönleri derin tarihe gömülmeksizin ele alınmıştı. Tek yanlı, kesin sübjektif değer yargılarından arınmış olarak...

Derginin Ağustos 2012 tarihli 5. sayısında “İlk Meclisin Uğruna Kurban verdiği Kanun” başlığıyla bir yazı var. Yazarı Yrd. Doç. Dr. İsmail Akbal. Konu şu: İlk meclisin İkinci Grup üyelerinden Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, 28 Nisan 1920 günü, meclis başkanlığına, sarhoşluk veren her türlü maddenin yasaklanmasını öngören bir teklif  sunuyor. Meclisin açılması üzerinden henüz beş gün geçmiştir. Birinci Grup, İslama muhalefet olacağı endişesiyle hareket ediyor ve kanun bir oy farkla çıkıyor. Adı Men’i Müskirat Kununudur. Kanun çıkar ama hükümet, kanunun uygulanması konusunda pek de hassas davranmaz.

İmparatorluk çoktan bitmiştir de, İstanbul, İzmir’in ardından Anadolu dahi bitme noktasına gelmiştir. Yurt iyice daralmıştır. Böylesi bir hayat memat mücadelesi içinde, toplumun değişik kesimlerini yeni bir mecliste toplama basiretini gösterebilmiş bir grubu, daha işin başında köşeye sıkıştırma çabası nasıl açıklanabilir? Mustafa Kemal ve arkadaşları içki -de- içiyorlardı! Fakat, onlara karşı yürütülan muhalefeti, Milli Mücadelenin yolunu yöntemini tartışmak yerine içkiye tutsak etmenin mantığını nasıl yorumlayabiliriz?

Asıl önemli nokta, yazarın bu olayı nasıl yorumladığıyla ilgili. Yazının alt başlığı: “Ali Şükrü Bey’in meclisteki son sözleri bu kanunun uygulanmaması üzerinedir ve alkol düşkünleri kendisine kin beslemektedirler...” şeklinde. İdeoloji, dili dahi öylesine kullandırıyor ki, bazen es geçilen bir ayrıntı bile o ideolojinin ta kendisi oluyor. Ali Şükrü Bey bu önergeyi vermesinden üç yıl sonra, 27 Nisan 1923’de Topal Osman tarafından öldürüldü. Son sözlerini, içki hakkında verdiği önergeden üç yıl sonra mı söyledi?

Ali Şükrü Bey’in, sahibi olduğu Tan Gazetesindeki muhalefeti izlenebilir, hatta kendisine belli konularda hak da verilebilir. Bunlar tartışılmıyor. Yazı, Ali Şükrü Beyin muhalefetini sadece içkiye bağlayarak yorumladığı için, önergesinden on yıl önceki, 1910 tarihli Alafranga Dergisi’nden bir karikatür alıntısı da yapıyor. İki eşek karşılıklı oturmuş içki içiyor. Fazladan, yine Rıza Nur’un anılarından yola çıkılarak, Tunalı Hilmi’nin içkiciliği yüzünden nasıl dayak yediği de anlatılıyor.

Yazı, tarihimizin temel konularından birisi olmaya devam edegelen batılılaşma çabalarımızı şöyle özetliyor: Peki belirli bir kesim içkiye neden bu kadar düşkündü? Geçmişteki deneyim ve alışkanlıkların ötesinde içkiyi batılılaşmanın bir alameti olarak görüyorlardı da ondan. Adları anılmıyor, ama muhatabın Mustafa Kemal ve arkadaşları olduğu bellidir. Geçmişi yüz yıl öncesine götürülebilecek olan batılılaşma çabalarımızı, tarihsel bir dünya algılaması üzerine değil de salt içki kültürü üzerine oturtan bir anlayışın “yepyeni bir resmi tarih” yaratma amacı güttüğünü kolaylıkla iddia edebiliriz.  Tarih bu kadar “tarih dışına itilirse” o anlayışa tarih denmesi hiç mümkün değildir.

Derin Tarih Dergisinin yazı kadrosunda çok değerli yazarlar da var elbette. Onlardan yararlanmak mümkün ve gereklidir. Fakat Dergi, bugüne kadar izlediği genel çizgi itibariyle, resmi tarihe karşı alternatif  bir resmi tarih yaratma ideolojisini aşamamış görünüyor.

Hiç yorum yok: